İnsan, kendi çizilmiş sınırları içinde, günden güne kalbindeki genişlemeyle, bilindik yolları aşmak istiyor.

İçindeki potansiyel, dünyanın ondan beklediğinden çok daha fazla ne de olsa. İnsan, bilendir çünkü. Hem var olduğunu bilen, hem de öleceğini bilen… Bildikleriyle baş etmek o kadar kolay değildir. Sanat, bu sarsıcı gerçekle yüzleşmenin, gerektiğinde çarpışmanın yegâne yoludur. Dünyaya çırılçıplak gelen insanın kuşanabildiği tek şeydir aslında sanat. Yeri geldiğinde bir kılıçtan daha keskin, bir hükümdardan daha adaletlidir. Tıpkı vicdan gibi, sanat da rahatsız edicidir özünde, huzur kaçırandır, gerçeği işaret edip yalanları ortaya serendir. Tüm bunlar sayesinde edindiği güçle, iyileştirendir. Ana rahminden bilinmez bir dünyanın içine düşüveren insan için, karanlığı aydınlatandır. İnsanın kusurlu hamurunu yeniden karan, ona bu çetin sınavda yol gösterendir. Bu özelliğiyle sanat, ilahidir. Yüzyılları aşmayı başarmış bir sanat eseriyle göz göze geldiğimizde ya da melodileri ruhumuzdan içeri süzüldüğünde hissettiğimiz o derin ürperti bu yüzdendir.

***
Usta yazar Irvin Yalom, “Ancak yaralanmış bir şifacı gerçekten şifa verebilir” der. Dünya ağrısını kalbinde hisseden ve bu sancıdan kurtulmak için sanatın kucaklayıcı varlığına sığınan insan, fark yaratabilir ancak. Önce kendi içindeki savaşı kazanıp, sonra bir başkasına savaş yaralarını göstererek yol açabilir insan. Belki de kendi zaafını bir başkasına gösterebildiğinde, güçleniyordur kişinin yüreği, kim bilir. Açığa vurulabilmiş bir yara, iyileşebilir de. Acının da bir hafızası var. Kuşaklar arası aktarımı, onunla baş edebilmek için farklı bir yol sunabilir bize. Sanat, zamanı aşandır. Geleceği kurmak için hayalleri ete kemiğe büründürendir.
Bana sorarsanız sanat, yaşamın tesellisidir. Var olmanın dayanılmaz ağırlığı altında kalan insanı oradan çekip çıkarandır. Bir başkasının kalp atışını kendi yüreğinde duyumsamaktır. “Acını sanata dönüştür” cümlesini ilk duyduğumda yazdığım bunca romanla aslında ne yapmaya çalıştığımı ilk kez derinden hissettim. Yazdığım her roman, önce beni dönüştürdü. Dönüştüğüm insanı, her yeni adımda daha çok sevmeye başladım. Önce kendi kusurlarımı, hatalarımı anladım, sonra dünyanınkileri… Kimsenin kimseden bir farkı olmadığını, kalbi kırık tek çocuğun ben olmadığımı, kahramanların yalnızca doğru zamanda harekete geçmeyi bilenler arasından çıkabileceğini öğrendim ve öğrenmenin yaşamım son bulmadan bitmeyeceğini de… Zamanın insanın eseri ama insanın zamanın esiri olduğunu da öğrendim. Esareti bitirenin sanat olduğunu duyumsadım, dünyaya yeniden inandım.

***
Bu hafta Çeşme Açık Hava Tiyatrosu'nda TEV yararına düzenlenen bir yardım konseri vardı. Sunuculuğunu Neptün Soyer’in üstlendiği gecede sahneye önce TEV Gönüllüleri Korosu çıktı ve oldukça neşeli anlar yaşattılar izleyicilere. Sonrasında son dönemde isminden sıklıkla söz ettiren Karsu ve orkestrası yerini aldı. O andan sonrası müthiş bir müzik ziyafetine dönüştü. Karsu ve sahnede onunla yer alan müzisyenler, keza sahne arkasındaki ses ve ışık teknikerleri konsere çok iyi hazırlanmışlardı. Her anı çok iyi planlanmış, ses ve ışık oyunları ve Karsu’nun içten paylaşımlarıyla unutulmaz bir konser oldu.
Karsu, Amsterdam’da doğmuş ve büyümüş ama kendi vatanıyla bağını da koparmamış biri. Ailesinin o çocukken araba almak için biriktirdiği parayı ona piyano almak için kullanmasıyla hayatı değişmiş bir anlamda. Elbette sosyal bir devletin güvencesi altında büyüyen bir çocuk olarak yetenekleri erken keşfedilmiş ve desteklenmiş. Örneğin 16 yaşında Amerikan Elçiliği'nin verdiği bursla müzik eğitimi alabilmiş ve Amerika’da edindiği tecrübe onu farklı bir yere taşımış müzikte ve yaşamda. Kendisi de bir burs sayesinde hayatı farklı bir yola giren Karsu’nun TEV yararına bir konserde olması geceyi daha da anlamlı kıldı. İletişim Fakültesi'nde bize sosyal sorumluluk harcamalarının şirketler için en iyi yatırım olduğunu öğretmişti hocalarımız. Toplumdan aldığını topluma geri veren bir şirket uzun vadede farkını ortaya koyar. O gece birçok firmanın gençlere burs vermek için elini taşın altına koyduğunu gördük. Onlara kocaman bir alkış gerekli.
Geceye dair tek itirazım, Tunç Soyer sahneye geldiğinde Fazıl Say’ın bestelediği 100. yıl yeni marşına olacak. Orada tamamen dolu olan alanda bu marşa eşlik eden çok az kişi vardı. Buradan da halkın bu marşa ısınamadığı, benimsemediği anlaşılıyordu. Böyle özel gecelerde zaten var olan marşları kullanmak bence çok daha yerinde olacaktır. Elbette Fazıl Say çok değerli bir müzisyen ama bu yaptığı marşın Cumhuriyet’in 100. yılını temsil edebilmesini sağlamaya yetmez. Buna kararı halk ve zaman verir. Şimdilik halk kararını vermiş gibi ama elbette zaman belki farklı şeyler söyler.

***
İlk insandan, ilk oluşan toplumdan bu yana aslında aynı hafızayı, bilinci paylaştığımız düşünülürse henüz insanlık doğum sancısını tamamlamadı bile. İçinde yaşadığımız bu tuhaf zamanlar onun sancısı. Sanat bu sancıyı ortaya çıkarıp hissedilir kılıyor ve böylece tedavi de mümkün hale geliyor. Sanat, inanmaktır çünkü. İnananlar ve inanmayanlar arasında derin bir fark vardır, tıpkı karanlıkla aydınlığın arasındaki gibi. Arayışı, aldanışı, uyumsuzluğu hiç bitmeyenlerin tarafıdır, sanat…
Size böylesi ilham verecek, düşündürecek, fikirlerinizi tetikleyecek yenilikçi isimleri keşfetmenizi ve böylesi değerli gecelerde destekçi olarak yer almanızı öneririm. Aynı çağı paylaşmaktan keyif aldığım sanatçılar bulduğum zaman çok mutlu oluyorum, Karsu gibi isimler iyi ki varlar.