Zaman ne de hızlı akıp geçiyor.
20 yılı çoktan aşmışız bile.
Yasaklar, gözaltılar, tutsaklıklar, ağır para cezaları, ekran karartma gayretleri derken, bu kısa ömrümüzün neredeyse çeyrek dilimi geçip bitti.
Bu dönemde çok bedeller ödedik.
Ağır kayıplarımız oldu.
Ne yasa ve kurallara, ne de vicdanlara hiç uymayan, acımasızca yaşatılan çok uzun bir yaşam sürecinin adeta alaca karanlığında bir tünelin ucundaki aydınlığı arar gibiyiz.
Bazı çalkantılı dönemlerde kısa aralıklarla da olsa yaşanan griliklerden tam da kurtulduk dediğimizde, içine girilen upuzun yolda nicedir ilerlemeye çalışıyoruz .
Yorulduk mu, yorulduk doğrusu.
Cumhuriyetimizden, demokrasiden, çağdaşlıktan, Atatürk’ün bize bıraktığı eşsiz emanetinden vaz geçmeden doğruları söylemeye, bu uğurda mücadele etmeye devam ederek.
Yıllardır bir kazanım elde edebilmenin gayretiyle demokrasi ışığının sönmemesi için nöbette gibi hissediyoruz kendimizi.
7 ay önce BASIN KONSEYİ heyeti olarak ANITKABİR’deki istirahatgahında ziyaret ettiğimiz aziz ATATÜRK’ümüze şöyle seslenmiştik:
“Bir asır önce, Basın milletin müşterek sesidir. BASIN başlıbaşına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir. Basın özgürlüğünden doğacak mahzurların giderilme vasıtası yine basın özgürlüğüdür’ demiştiniz.
İFADE özgürlüğü hakkını gazetecilik yoluyla kullanarak halka hizmet edenlerin, bu görevini hiçbir kısıtlama, yasaklama, engelleme olmadan yapabilmesinin yolunu bize siz göstermiştiniz.
Ne var ki milletin ortak sesi, kuvveti, rehberi olduğunu söylediğiniz basının bu süreçte birtakım güclerce kuşatma altına alındığını size şikayet etmek istiyoruz.”
SESİMİZI DUYAN YOK MU?
Misak-ı Milli kulesindeki anı defterine yazdığımız bu satırların üstünden aylar geçti ve basının ortak sesinin duyulduğuna maalesef tanıklık edemedik.
Yıllar yılları kovalarken basının yanı sıra , halkın da şikayetleri hep karşılıksız kaldı.
Gazetecilerin tehditle, baskıya sindirilmeye çalışıldığına şahitlik ediyoruz hep beraber. Gözaltı yada tutuklamaların siyasi gücün yönlendirmesiyle sergilendiğinden endişeliyiz .
RTÜK gibi bağımlı kurumlarca yağdırılan hukuksuz ekran karartmalarının ve ağır para cezalarının,sansürün , otosansürün ağırlığı altında ezilen bir basından söz ediyoruz. Gazetecilerin, aydınların, muhalif görülenlerin “Casus”lukla
ya da “halkı kin ve nefrete sürükleme” suçlaması, adet haline getirilmekte. Bağımsız, özgür medyanın ekranlarının basit nedenlerle bir kalemde karartılmasını kabullenmek de olanaksız. Medyanin yüzde 5'inden korkanların sindirme çabalarının da nafile olduğu, aksine daha çok izlendiği ortada.
Bu ağır koşullar altında kalem oynatmak, düşünceyi açıklamak, iletişim özgürlüğünün hak olduğunu basında savunmak her babayiğidin işi olmaktan çıktı ise de kalemine sadık kalanların yürekleri kocaman.
ŞAFAK VAKTİ operasyonlarına alışamasak da çok sayıda yazar, çizer, yorumcunun SİLİVRİ zindanında zorunlu tutsak edildiği ise yakıcı gerçeğimiz.
Peki, nereye kadar bunun sınırı, bilen yok.
Bir hakim çocuğu olarak büyüdüğümüz bu canım vatan toprağında, hak, hukuk, adalet peşinde koşanların sadece gazeteciler olmadığı da ortada.
Yine de Atatürk ve silah arkadaşlarının canlarıyla kanlarıyla kurtarıp bizlere emanet ettiği bu ülkede sonuna kadar insan haklarını, barışı, eşitliği, şeffaflığı, hesap verebilirliği, çağdaş demokrasiyi, devrimler ışığında tüm kazanımlarımızı korumayı görev biliyoruz.
Hiç öyle hayatlarımızdan, hayallerimizden vazgeçmeye de niyetli değiliz..
9 eylüllerin kolay kazanılmadığının bilinciyle, ülke sevdalısı olarak özgürlüğün en büyük değer olduğunu unutmadan bu yolda yaşamaya and içtik bir kere.
ATATÜRK’e sözümüz var:
Emanetini sonuna kadar koruyacağız.