Tıp öğrencisi Enes, gencecik yaşamına son verirken, pek çok şey düşünmemize yol açtı ve FETÖ’den hiçbir ders çıkarılmadığı iyice anlaşıldı. Babasının sözleri, oğlunun ölümündeki sorumluluğunun farkına varamadığını gösterirken, sorunun kökenine ve çözüm yollarına da ışık tutuyor.

Baba Mehmet Kara, 28 yıldır Risale-i Nur okuduğunu, Said Nursi’nin intihara teşvik edici tek bir cümlesinin bulunmadığını, hiç baskıcı olmadıklarını, sadece tavsiyelerde bulunduklarını, namaz kılmasını tavsiye etmenin bir baskı olmadığını, evladını ölüme sürükleyenlerin cemaat değil, etrafındaki ateist arkadaşları olduğunu dile getirmiş. Yani, kendisinin ve cemaatinin doğru, diğer her şeyin yanlış olduğunu düşünüyor. Çünkü beyni, küçük yaşlardan itibaren Kuran’daki İslam ile taban tabana zıt, birçok safsata ile yıkanmış durumda. Kuran’daki İslam’da baskı, Tanrı ile kul arasına girme yokken, oğlunun namaz kılmaya, risale okumaya zorlanmasındaki çelişkiyi; Said Nursi (Kürdi) gibi cemaat önderlerinin sözlerinin ve kitaplarının, Kuran’ın yanına veya üzerine konmasının açık bir şirk olduğunu göremiyor.

***

Yöntem, olabildiğince küçük yaşlardaki çocukları ‘din öğretme’ bahanesi ile toplayıp, o yaşta anlamaları olanaksız metinleri defalarca okutmaya ve ezbere zorlamaya dayanıyor. Bir süre sonra beyinler, hayat boyu bazı kalıpların dışına çıkamayacak biçimde şekillenmiş oluyor. Yaşadığımız deneyimler bu çocukların çok zeki ve yetenekli olabileceğini; iyi eğitim alıp, çok üst düzey görevlere gelebileceklerini, hatta örgütlenerek devleti ele geçirmek için girişimde bile bulunabileceklerini gösteriyor. “Bunların arkasında ne var?” diye sorarsanız, yanıtı: “Kesinlikle emperyal güçler ve onların çıkarları.”

Tarihte ne zaman Türklerin güçlenmesi, emperyalizmin çıkarları ile kesişmişse, din ve/veya ırk kökenli isyanlar çıkmış, Türkler bir şeyler kaybederken, emperyal güçler çok şey kazanmıştır.

10 yıl önce “Cemaatlerin küçük çocukların beyinlerini yıkamaları nasıl engellenebilir?” sorusu üzerine kafa yormuş ve 4 Mart 2012’de ‘Din eğitimi konusunda uluslararası sözleşmeler yetersiz mi?’ başlıklı yazıda şu saptamaları yapmıştım: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi insanlara, istedikleri dine inanma (veya inanmama); ‘aleni veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak sureti ile dinini veya inancını açıklama’ (veya açıklamama) özgürlüğü getirirken, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre ‘…çocuğun yeteneklerinin geliştirilmesi ile uyumlu olarak, çocuğa yol gösterme ve onu yönlendirme konusunda… …çocuktan hukuken sorumlu kişilerin sorumluluklarına, haklarına ve ödevlerine saygı’ gösterilir. Bugünkü anayasamız da ‘din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır’ hükmü dışında, bu iki sözleşmeye uygundur. Sözleşmeler din ve devlet arasındaki sorunları yüzyıllar önce çözmüş olan ve çoğunluğunu Hıristiyanların oluşturduğu toplumlar için yeterli olabilir. Ancak, büyük çoğunluğun Müslüman olduğu, din ve devlet işlerinin birbirinden tam olarak ayrılamadığı ülkelerde yetersiz kalıyor. Hele o ülke ‘Hem Müslüman, hem laik olunmaz; ya Müslüman olacaksın, ya laik’ demiş olan bir başbakan ve ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olduğu Anayasa Mahkemesinin tüm hukukçu üyeleri tarafından tescilli bir parti tarafından yönetiliyorsa…”

10 yılda değişen tek şey, Başbakan’ın Cumhurbaşkanı olması…

***

Kovid-19 belasına karşı en önemli hamleyi, yeni bir aşı bularak, yol gösterici olarak bilimi seçmiş, ‘çalışkan’ ve ‘zeki’ iki Türk yaptı… Yobazlığa ve ırkçılığa karşı geliştirilmiş, unutturulmaya çalışılsa da ‘bellek hücrelerimizde’ sağlam yeri bulunan, bir hatırlatma dozu ile bizleri çok uzun zaman koruyacak, hem geleneksel hem de modern bir aşımız mevcut: Atatürk

Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanlığında uygulanacak bir hatırlatma dozu sonrası, dine ve ırka dayalı bölücülerin ortadan kalkması ve ‘Bir ağaç gibi tek ve hür; bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamamız mümkün. Güzel günler göreceğiz…