Başlığı yazarken harcadığım üç beş saniye, çoktan geride kaldı. Geri dönüşü olmayan, bir daha yaşanmayacak ve her an uzaklaşıp geçmişin derinlerine doğru inecek bir zamandır söz konusu olan. Akla geldiğinde, ancak bıraktığı izle anımsanacak, o izin “şimdi ve sonrası” adına taşıdığı anlam ve önemi kadar değer kazanacak ya da hayıflanılacak bir yaşam parçasından söz etmeye çalışıyorum. Değeri boşa geçmediğini kanıtlarken, yitirilmesinin yarattığı duyguya ise genellikle “pişmanlık” deniyor.
“Zaman kavramı”, bilimin, felsefenin, inancın her zaman meselesi olmuş, insana topluma kültürlere göre tanım değişikliği göstermiştir. Hız-zaman-tartım-görecelik vb. üstüne yüzlerce kitap üretip, araştırma ve çıkarımlarda bulunan bilimin yanı sıra, bu dünyadaki zamanın önemini, asıl “yaşanacak” olan öte dünyaya hazırlıkla vurgulayan ve dayatan dinsel inanışlara kadar, konuyla ilgili pek çok bilgi ve yaptırım var. İnsan var oldukça, zaman meselesi asla bitmeyecek bir konu, asla çözülmeyecek bir sorundur. Pek çok tanım, yaklaşım, benzetme ve atasözü, bir yandan kapı açarken, bir yandan “soru/n”un büyüklüğü ve çözümsüzlüğü karşısında çaresizlik de yaşatmaktadır.
Bütün ideolojilerin, felsefi yaklaşımların ve inançların ortak paydası, en azından insan açısından zaman, “tüketilen” ve ne yaparsan yap adına ölüm denen bir bitişle tamamlanan bir süreçtir. Biz buna kısaca “yaşam” diyoruz. Lokman Hekim’in “ölümsüzlük iksiri”nden, dondurulup yüz yıl sonra çözülerek zamanı-yaşamı uzatma arayışlarına kadar bu gerçekliği kırma ve değiştirme çabaları hiç bitmeyecek. İşi bilim kurgunun “zaman makinesi”nden girip, lümpen bıçkının arabasına yazdığı “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun” kestirmesine kadar uzatmak ve köpürtmek mümkün, lakin bu yazının konusu başka. Konu bu paydaşlığın, ne zaman ayrıldığındadır, bir başka deyişle zamana ve insana bakışta…
İnsanlık, zamanı üretime dönüştürme konusunda bilimin sonsuzluğunda kulaç atarken, bir başka yöntem daha buldu. Mağara resimlerinden günümüzün gösterişli yapımlarına, insan yaratıcılığına hayran bıraktıran ürünlerle zamanı yakalayıp saptayan ve ölümsüzlüğe kavuşturan bu alanın adına “sanat” dendi. Bugün bizi, o heykellerin, resimlerin, ezgilerin, sözlerin karşısında hayranlıkla donduran şey, estetik yetkinlikle yakalanmış ve çağlar ötesi yolculuğa gönderilmiş “zaman”dır. Onlardaki zaman, bir tanıklığa, yaşanmışlığa, daha insani olanının mümkün olacağını söyleyen kışkırtıcılığa dönüşmüştür. Sanat yalnızca üretirken değil, tüketirken de zamanı çoğaltmanın, nitelikli bir sürece dönüştürmenin öteki adıdır.
Sanata ve sanatçıya öfke duyanlar, onları yalnızca “temaşa-terennüm-tezyinat” üçgeninde tutarak, asal işlevinden uzaklaştırmaya çalışanlar; aslında zamanı dondurup, insan aklının, merakının, soru sormasının ve yaratıcılığının önüne geçmeyi, kendi belirledikleri zaman ve algı sınırları içinde yaşanmasını istemektedir.
Bu tutum yalnızca sanatta kendini göstermez. Zaman işgalcileri ve hırsızları, düşünce ve üretimin nefes alacağı, kendini tanımlayacağı ve insana yakışır paylaşımda bulunacağı her anı, mekanı ve paylaşım koşullarını ortadan kaldırmak ister. Engelleme, yasaklama, korkutma, ötekileştirme, nihayet iftira ve ihbar makinesinin hiç durmadan çalışması bu yüzdendir.
Bilim, sanat, felsefe yalnızca verdikleriyle değil, bu saldırılara karşı gösterdikleri mücadele ve her şeye rağmen ürettikleriyle de, birer insanlık mucizesidir. Sıradanlıktan yavanlığa, şiddetten en ilkel duyguları kışkırtmaya her türlü malzemeyle çalışan bu makinenin, insanlığa ne dertler açtığı ve neleri çalıp tükettiği, tarihin en karanlık sayfalarını oluşturur.
Çalınan sanattır, bilimdir, felsefedir, incelik ve saygı, aşk ve yolculuktur. O nedenle, bunları anlamak ve anlatmak, estetik ve düşünsel açıdan yaşama iade etmek ve nihayet vaz geçilemez bir yeri olduğunu anımsamak ve anımsatmak, o yüzden bir insanlık görevidir.
İnsanlar gibi, ülkeler, halklar ve toplumlar da yaşayan birer organizmadır. Aslolan bunun nasıl yaşandığı ve geleceğe değerlendirilecek zamanlar bırakılıp bırakılmadığıdır. İşte o zaman oralarda, demokrasi nedir, kültür nedir, uygarlık nedir, çağdaşlık nedir, hukuk nedir diye sorulup durulmaz. Sürekli yanıt aramakla zaman har vurup harman savrulmaz. Zaman ve yaşam oralarda tıknefes değil, doğal bir süreç olarak yaşanır.