Köydeki çalışma odamdayım. Pencere ve balkon kapısı açık, sabahın seher yeli usulca esiyor, otların yanık ve iç bayıcı kokusunu duyuyorum. Köy, çiçeği böceği, otu ağacı, nicedir kupkuru deresi ve derin sessizliğiyle karşımda duruyor. Yirmi küsur yıl önce geldiğim, bir türlü gidemediğim, su içinde en az dört ev değiştirdiğim Bademler… Kadim köy, kendi Eylülünü böyle yaşıyor.

Mehmet Rauf’un “Eylül”ü başta olmak üzere, doğanın sarısına ruhunun gölgelerini ekleyen nice insan sayesinde, bu ay hüzünle kardeşten sayılır. Yaz mevsimini, güneşiyle, cıvıltısıyla, denizi ya da yaylasıyla derleyip uğurladığından, karı boranı soğuğu ve yağmuruyla kışı çağırdığından mıdır, bilinmez. Takvimin “Melankolik romanların ince hastalıklı genç kızı” olarak görülmesi ve anlatılması belki de bundandır, kim bilir? Sözün doğrusu, Eylül de nereden baktığınız kadardır.

Eylül’de gidenleri anımsıyorum. Nusret Çetinel, Theodorakis, Dinçer Sümer, Ferdi Merter, Onur Şenli, Tarık Akan, Talip Apaydın, Tuncel Kurtiz, ustam ve hocam Turgut Özakman, Neşet Ertaş, ah ki beni Bizans’la tanıştıran Hadi Çaman, Kerim Afşar… Pavarotti, Dursun Akçam, Turan Dursun, Kurosawa, Mehmed Kemal, Rahibe Teresa, Alev Sezer, Zeki Müren, Samim Kocagöz, Nida Tüfekçi, Musa Anter, İlhami Soysal, Metin Oktay… Fahreinissa Zeyd, Mine Mutlu, Fuat Börekçi, Miles Davis, Ertem Eğilmez, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Azra Erhat, Maria Callas, Mao Zedung… Bedri Rahmi Eyüboğlu, Danyal Topatan, Feri Cansel, Pablo Neruda, Allende, Ulvi Cemal Erkin, Remarque, Hendrix, Taylan Özgür, Ho Chi Minh, Sabiha Sertel…

Okyanustan bir avuç su alma örneği sıraladığım bu adlar, ettikleri ve eyledikleriyle unutulmazlığı yakalamış, ömürlerini bize değer katmaya adamış insanlardan yalnızca bir kaçına aittir. Ortak özellikleri, aynı zaman dilini paylaşmamız ve hepsini Eylül’de yitirmiş olmamızdır. Eylül, biraz da bu açıdan hüzünlüdür. 6-7 Eylül İnsanlık Suçu günlerinden, insanlık suçlarının en adisi olan savaş belasına itiraz olarak ilan edilen 1 Eylül Barış gününe, pek çok olay ve sonucu da bu listeye eklememiz gerekmektedir. Bu listenin en kahredici ve her satırından kan damlayan sayfalarından biri, elbette 12 Eylül faşist darbesi ile soysuz katilleri ve işkencecileridir. Zaten ağır aksak yaşatmaya ve geliştirmeye çalıştığımız demokrasi kültürümüzü mahveden, gericiliğin, yobazlığın, cehaletin, sömürünün yolunu açarak bugünlere bizi sürükleyen emperyalizmin uşaklarını unutarak, Eylül nasıl konuşulabilir?

Ve elbette Eylül, bir halkın ve bu kentin en büyük onur gününün adıdır. 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu, her açıdan eşsiz bir kentin binlerce yıllık duruşunu, Türkiye Cumhuriyetinin kapılarını sonuna dek açarak pekiştirmesidir. Bu paha biçilmez tarih ve çağdaşlıkla, laikle, demokrasiyle, antifaşist ve antişovenist duruşla, sınıf tarihiyle yoğrulmuş toplumsal genetik yapı anlaşılmadan ve yaşaması için gereği yapılmadan… Üzgünüm, ne 9 Eylül’e, ne bu kente, ne düne, ne bugüne, ne de gelecek günlerin sahiplerine yakışmak olası değildir.

Hangi Eylül sorusu, biraz da bir duruş, söylem ve eylem sorgulaması adınadır. Aşağıdaki satırları ben, biraz bu kaygı, saygı ve sorumlulukla yazdım. 9 Eylül tozu dumanı içinde olasıdır ki sıklıkla okuyacaksınız. Kimi yalan yanlış yazılmış, kimi Nazım Hikmet’ten Can Yücel’e nice değerin imzasıyla yayınlanmış olacak. Hem ısrarla vaz geçilmeyen bu cehalet ve saygısızlıklara bir kere daha itiraz olsun, hem de 9 Eylül ruhunu yitirmeyenlere armağan olsun. 9 Eylül ve yaratanları üstüne haftaya konuşacağız ama şimdiden hepinize kutlu olsun!

Söz Yetmez

Sen 9 Eylül dersin iki kelime
Ben değişen yazgı anlarım
Özgürlük anlarım, bağımsızlık
Sen İzmir dersin iki hece
Ben sevinçten ağlarım

Tarihin başı mı dönmüş
Şimşek hızı geldiklerinde?
Şaşırmış mı toprak
Ayakları yere değmeyen atlar geçerken?
Önce deniz mi görmüş
Kavruk yüzlü neferleri?

Bugün 9 Eylül
Tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları

Sen 9 Eylül dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım
Rüzgârın çevirdiği sayfa anlarım

Sen İzmir dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım

Haluk IŞIK

(İzmir, 9 Eylül 2008)