Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, hemen her alanda boğazımıza kadar battığımızdan haberimiz yokmuş gibi, rezaletlere şaşıyor, ilk kez yaşıyormuşçasına dehşete kapılıyoruz. Birey ve toplum olarak aklımızı kaçırmadıysak, bunun iki adı vardır: ya korkunç bir belleksizlik ya da vahim bir körlük. Her gün birden çok lağımın patlayıp, hayatı mahvettiği bir ülkede yaşadığımızı görmemenin, bu kepazeliklere isyan etmemenin, yurttaş ve toplum olmanın hakkı, yetkisi ve sorumluluğu ile hesap sormamanın başka bir açıklaması olabilir mi? Öte yandan, bu skandalların failleri, destekçileri, yardım ve yatakçıları uzaydan mı geldi?

“İş bilenin, kılıç kuşananın. Benim memurum işini bilir. Bal tutan parmağını yalar. Ye kürküm ye. Çalıyor ama çalışıyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Fazla mal göz çıkarmaz. Su akarken küpünü doldur. Gelen ağam, giden paşam. Böyle gelmiş, böyle gider…” Bu sözleri, yalnızca bu talancı, soyguncu, sahtekâr taifesi mi kullanıyor?

“Bu hakem varsa, şu takım kesin kazanır.” “O yargıca değil de, şu yargıca düşsen senin dava hallolur.” “O doktoru ne yapacaksın, gel şu doktora gidelim.” Bu mealdeki sözleri günde beş yüz kere edenler, başka bir dünyanın ahalisi?

Bunlarla ve daha niceleriyle yüzleşmeden, hesaplaşmadan, işe kendimizden başlama erdemini göstermeden, bu sorulara göğsümüzü gere gere yanıt vermek mümkün müdür? “200 dolayında sahte diploma belirlendi, şu kadarı tutuklandı…” Güzel, aferin, kutlarız elbette. Ama bu tümcenin Türkçesi, hepimizin bildiğince şudur: “Bataklıktan bir çay kaşığı kadar alındı, kapağı kapandı.”

Elbette tüm hırsızlar, yalancılar, talancılar hesap vermeli. Ama asıl suçun ve suçlunun üstüne gidilmedikçe, bunların inandırıcılık kalibresi daima düşük kalacaktır. Yoksa tıpkı yukarıda yalnızca birkaçını anımsadığımız ikiyüzlü atasözleri (!), “dersler” ve de “ibretler” hayatımızın kanını emecek, çocuklarımız bunun nedenini sorduğunda utançtan kalplerimiz patlayacaktır.

Kuşkusuz böylesine vahim bir kopuş, bugün ve bir anda oluşmadı. Örneğin, Osmanlı’nın neden çöktüğünü, biraz da bu açıdan düşünmekte sonsuz yarar var. Çağdışı yaklaşım ve yöntemlerin bir işe yaramadığını, bozgun ve yıkımın bu nedenle kaçınılmaz olduğunu, Osmanlı ve tebaası çok acı biçimde yaşadı ve yaşattı.

Demokratik, laik ve çağdaş hukuk devleti olarak, yurttaşlık ve toplumsallık üstüne inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak, savunmak ve üstüne titremek için, çok fazla bilgiye, eğitime falan gerek yok.

Şu kepazeliklere, hangi görüşten olduğunu savunursa savunsunlar faillerine, açtıkları etik, ekonomik, vicdani yaralara bakacak kadar “insan” olmak yeter.

Uzun bir yolculuk öncesi, dar zamanda bir giriş yapmaya çalıştım. Dönüşte, konuyu daha da derinlemesine konuşacağız. Konuşmalı, eylem kardeşliği oluşturmalı ve acilen davranmalıyız.

Yoksa bu bataklık hepimizi yutacak!