İşin çok bilirim. Her açıdan ve her biçimde berbat edilmiş bir ülkede yaşamaktasın. Memleketin yarısının, öteki yarısından haberi yok. İkiye bölünmüş de, artık bunu doğallaştırmış gibi yaşamakta. Birbirlerini gözden çıkarmışlar da, birinin bunu ilan etmesini bekler gibiler. Haklısın, yüreği memlekete dair atan herkes gibi, derin üzüntüler içindesin. Bir de beni düşün…
Yetmezmiş gibi, savaş denen belanın nefes alıp verdiğini duymaktasın. Çapsızlığın, öngörüsüzlüğün, daha da acısı cehaletin kör ettiği gözlere ve her ağzını açtığında saçmalayan ağızlara bağlı kaderin. Şizofren ruh hallerinin tetiklenmesi kadar yakın, bir gece ateşe ve kana uyanmak. Kör mü dedim ben? Ne garip, bunu ben de mi kullandım? Evet, korkular içindesin. Bir de beni düşün…
Bir vurdumduymazlık ikliminde, herkes kendi derdine düşmüştür. Seçilecek miyim, kazanacak mıyım, çoğaltacak mıyım, örneğin başkan olacak mıyım sorularıyla, bizi de kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar. Bu nasıl makam, mevki, ikbal ve para hırsıdır? Bu ne gözü dönmüşlüktür ki, kendilerinden başka hiçbir şey düşünmemektedirler, demektesin. Haklısın, ama bir de beni düşün…
Onlardan daha duyarsız ve açgözlü ya da senden daha az kaygılı olduğumdan değildir, “Bir de beni düşün” demem. Gelseydin, gelebilseydin cumartesi günü, biraz dertleşirdik. Geçim derdin, aşk derdin, eğitim, ev, trafik, sağlık, vergi, borç harç… say sayabildiğin kadar, hepsinden konuşurduk. Ama ben yine şöyle bitirirdim sözlerimi; haklısın ya, bir de beni düşün… Gelseydin ne iyi olurdu. Çünkü buluşmamız pek kolay değildir ve o cumartesi, bunun için harika bir fırsattı. Bir daha ne zaman olur, nasıl olur bilemem. Çünkü aramızda yaşamın engelleri, bir de kabul etmekte çok bencil davrandığı ben varım. Benim adım: Engelli.
Ne diyordu sahneden Başkan Akpınar? “Gelişmiş ülkelerde, siz buna çağdaşlığı ve uygarlığı da ekleyebilirsiniz, engelli yurttaşlar onlara sağlanan olanak ve koşullarla, yaşamın her alanındadır. Gelişmemiş ülkelerde ise, sokaklarda çok az engelli görürsünüz. Önemli bir kısmı, ne yazık ki engelliliği bir sömürü aracına dönüştürenler tarafından, dilenciliğe zorlanmaktadır. Bunlar dışındaki engelli yurttaşlarımız ise, evlere mahkum edilmekte, yaşamdan uzak kalmaya zorlanmaktadır. Dışarı çıkabilenler ise, toplumsal duyarsızlığın, ötekileştiren tavırların ve özgürce hareket etmelerini engelleyen çarpık kentleşmenin baskısı altında, çıktıklarına çıkacaklarına pişman olmaktadır. Neden? Çünkü engellilik, beden ya da zihin bütünlüğü örselenmiş insanlarımızda değil, bizdedir. Kabalığımızda, saygısızlığımızda, acımaktan öteye geçmeyen arabesk tavırlarımızda, insan hak ve özgürlüklerine dair bilinç fakirliğimizdedir. Çocukluktan başlayarak, aile ve okul çevremizde, bize bu konuda yeterince bilgi ve görgü verilmediğindedir. En önemlisi, yaşayan her canlının, potansiyel olarak birer “engelli adayı” olduğunu, her an bizim de bir “engelli” olabileceğimizi düşünememektir. Bu duygusuzluk ve duyarsızlık cehenneminde, engellilerimize cennet sunulamaz. Kısaca, kafamızdaki, vicdanımızdaki, ahlakımızdaki engelleri kaldırmadan, yaşamın engellerini ortadan kaldıramaz, yaşam kalitemizi yükseltemez, gelişmiş, çağdaş ve uygar bir toplum haline dönüşemeyiz.”
5 Aralık’ta, Karşıyaka Belediyesinin Dünya Engelliler Günü “Yıldızlar Geçidi” etkinliğine gelebilseydin, bizi izleyebilseydin, iki söz de ben söylerdim: Örselenmiş bedenim, bir bölümü işgallere kurban gitmiş aklım, yankısı içime dökülen sesim... Ben bunlarla tutunurum yaşama, dans ederim, şarkı söylerim, bağışlanmış bir zamana kendimi bağışlarım... Ya sen, diye sorardım. Ben engelliyim ve sen sanırım engelleyensin. Beni değil, yaşamı. Sömürerek, kirleterek, katlederek, şarkı söylemeyerek, dans etmeyerek, oynamayarak... Üzülme derdim, ben senin engellerine daha çok üzülmekteyim.