Bir iki kez daha anlatmışımdır ama bugünlere benzer zamanlarda aklıma gelir, anımsatma gereği duyarım. Yıllar önceydi, Aziz Kocaoğlu başkan zamanında, büyükşehirde çalışıyordum. İZBETON emekçisi dostlarımla, Orhan Kemal ustanın “Murtaza”sını sahneledik. Söyleyenlerin yalancısıyım, 12 Eylül faşizminden sonra “İşçi Tiyatrosu”nun ilk örneğini vermiştik. Ödüllendirildik, turnelere çıktık, övünmek gibi olmasın o çalışmamız hala akıllardadır. Başkent turnemizde –Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’ne çağrılmıştık- arkadaşlarımızın sendikasını ziyaret ettik.
Hoş beş derken, malumunuz olduğu üzere çenemi tutamamış, sendika yöneticilerine şunu sormuştum: “Toplu İş Sözleşmelerinde pek çok ölçüt var, karşılığını verilmesini istediğiniz kalemler bulunuyor ki hepsi haklı ve doğrudur. Ancak dikkatimi çeken bir eksiklik var. Bir emekçinin ve ailesinin, ayda kaç kitap okuyacağı, kaç sinema, tiyatro gibi sanatsal etkinliklere katılacağı, ayda kaç dergi ve gazete okuyacağı gibi sanatsal ve kültürel etkinliklere dair bir madde göremedim. Yalnızca okul ya da eğitim harcamaları n dan söz etmediğim sanırım anlaşılmıştır. Neden böyle bir madde yok?”
Bir sessizlik oldu, herkes birbirine baktı. Anlaşılmadığımı düşünerek, sözlerimi sürdürdüm. “Geçmişin, elbette öyle olması gerektiği ve çok yakıştığı gibi, başta DİSK olmak üzere sendikaların ve ilgili kurum ya da örgütlerin yayınlarını anımsıyorum. Sayfalarının önemli kısmı bu konulara ayrılırdı. Şiir, öykü, deneme gibi çalışmalar yapan emekçilerin ürünleri, kültür sanat haberleri, elbette sınıf-sanat-hayat ilişkisi, sanat emekçilerinin konuya dair görüş ve işleri, o yayınları birer arşiv belgesine dönüştürürdü. Bu ülkedeki “İşçi Tiyatrosu”, “İşçi Sineması”, “İşçi Edebiyatı” gibi sanat yönelişlerinin dinamolarından biri de o yayınlardı. Oralardan çıkıp, dizesiyle, fırçasıyla, sazıyla, sözüyle, dansıyla sanat alanında yer bulan işçi kökenli birçok sanat emekçisi vardır. Günümüzde böyle yayınlarınız var mı, varsa niye o günlerde olduğu gibi kamusallaşamıyor, yaygınlaşamıyor ki bizler okuyamıyoruz? Yayınlarınızdan sözleşmelerinize, işin bu kısmına dair ne düşünüyor, ne yapıyorsunuz?”
Elbette bunları yalnızca malumatfuruşluktan, akıldanelikten, “düğün sahibinden fazla göbek atmaya meyyal davetli” saçmalığından dolayı sormuyordum. Dünya görüşümüz, sendikal olanlar başta olmak üzere, toplumsal her örgütlenmenin gündelik edinimler ya da kazanımlar yanında, evrensel ve nihai kazanımları da hedefliyordu. Daha yaşanır bir ülke, daha güzel bir dünya istiyorsak, yalnızca –sonuna dek hak ettiğimiz- parasal karşılığı değil “ekmek ve gül” günleri için de sorumluluk içinde alan açmak ve üretmek, böylelikle ağzımızdan düşmeyen sınıf bilincine ve bu söylemlerimiz sayesinde ulaştığımız makam ve mevkilere yakışmak zorundaydık. Yalnızca “ücret, yan ödemeler, avantajlar” ile yetinen bir sendika olamazdık. Olduğumuz zaman “sararmak”, sendikadan “sandukaya” dönüşmek kolaylaşırdı.
Sessizliği sendika yöneticilerinden biri bozmuştu: “Hocam, kesinlikle doğru söylüyorsunuz. Zahmet olmazsa, bu söylediklerinize dair bizim için bir madde yazar mısınız?” Bugün bu amaçlı bir madde ya da maddeler Toplu İş Sözleşmelerinde var mıdır, bilemiyorum. Ama o gün aldığım yanıtla, doğrusu canım sıkılmıştı. Mealen şu yanıtı verdim: “Ben böyle bir iş yapmaktan onur duyarım. Ama şunca yıllık geçmişe, pek çok onur mücadelesine, egemen sınıfın ve sistemin ürpermesine yol açan adına rağmen, sendikanınız sözleşmelerinde bunlara dair bir şeylerin olmaması, aynı zamanda üzücüdür ve hepimizi düşündürmelidir.”
Dedim ya, bugünkü sözleşmelerde böylesi maddelerin var olup olmadığını bilmiyorum. Hala yoksa büyük ayıp, var da gereği yapılıyorsa harika bir gelişmedir. Payım olduğunu söylemek de büyük bir iddiadır, elbette bu saçmalığı yapmam. Fikir zaptiyelerimizin içi rahat olsun.
Gelin şimdi işin tersinden bakalım. Yine nicedir, yeri gelen, denk düşen her zamanda ve mekânda söylediğim bir sözden yola çıkacağım. Bu söz yalnızca bana ait değildir. Cezmi Ersöz başta olmak üzere, kültür ve sanat mahallemizden birçok insan da aynı mealde kelamlar eder. O söz şöyledir: “Bugün sanat emekçilerimiz, şairlerimiz, romancılarımız, bestecilerimiz ve diğer dallarda çalışan ve kendisine “sanatçıyım” diyen birçok insan, artık otobüse, dolmuşa binmiyor. Pazaryeri dolaşmıyor. Emeğin, yoksulluğun, yoksunluğun, gericiliğe, yobazlığa, feodalizme, her türlü sömürüye direndiği mahallelere gitmiyor. “Tophanenin karanlık sokakları” gibisinden dizeler, buğulu anların şarkılarında birer nostalji malzemesidir artık. Bu durum, karşılıklı ihmalin, unutuşun, vaz geçişin hazin özetidir. O mahalleler sanat adına, yoz yobaz arabesk bir iklime terk edilirken; sanat camiası ve cengâverleri de sanatı bireysel mızmızlanmaya, hayattan kaçma aracına, kendisinin bile anlamadığı soyutlamaya ve soysuzlaşmaya, vıcık vıcık sakıza, tumturaklı sözlerle kamufle edilen korkaklığa, kimliksizliğe, duruşsuzluğa dönüştürüyor.”
Bu sözlerim, sanatçı olduğunu ve hepimize yol gösterdiğini sanan tiplerin, sanat ve hayat ve hele ki zerre ilişkisi kalmadığı “sınıf” adına saçmalamasından daha ağır ve vahim değildir
Bu iki örneği neden bir yazı içinde verdim?
İzmir’in yaşadığı ve içine sokulduğu grev fırtınası, bu satırlar yazılırken kıyasıya sürüyordu. Elbette pek çok ibret belgesi de, kent, ülke ve emek tarihi adına not ediliyordu. Olup bitene hayata açmaya çalıştığımız pencereden ve durmaya çalıştığımız yerden bakmaya çalışıyoruz ve gördüğümüz şudur:
Hemen herkesin kafası çok karışıktır. Kavramlar zelzeleye uğramış, kerterizler kaybolmuş, sandallar sürüklenip durmaktadır. Mesela, -bir dil sürçmesi ya da kelimenin şehvetine kapılma olmasını diliyorum- sendikanın kent temsilcisi arkadaşımız, “Şu kadar oyumuz var, karşı tarafa gidebilir” derken, aba altından sopa gösterdiğini sanırken “Sınıf Tavrı”nı ne hale getirdiğini düşünemiyor. Grev hakkı ile grev kırıcılığı, talebin hayattaki karşılığı ile ücretlerdeki vahim eşitsizlik, emeği savunmak ile kamusal sağlığın korunması, 82 ilde her şey normalmiş gibi yaşanırken, 1 ilde bu işin köpürtülmesi arasındaki inandırıcılık çelişkisi, tuhaf bir yumağa dönüşmüş durumda. Bunlara ana muhalefetin son kongresinden hâlihazırda görev yapmaya çalışan yerel yönetimlerine genişleyen ve giderek sıkıştırılan mengeneyi de düşünecek olursak, “tuhaf” sözcüğü elbette çok yetersiz kalıyor. Ve bütün bunlar olurken…
Takvim, ömürleri emekten, hayattan, sınıftan, özgürlük ve bağımsızlıktan, demokrasiden, memleketin ve yeryüzünün daha güzel günlerine olan inançtan söz etmekle geçmiş insanlarımızı gösteriyor. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal, Edip Cansever başta olmak üzere, sanatın her alanından nice büyük değeri ya doğum ya da ölüm günü nedeniyle anıyor, selamlıyor, minnetle hayatlarının ve yapıtlarının önünde eğiliyoruz. İster mavi yakalı, beyaz yakalı, işçi tulumlu, metal kasklı ya da baretli, ister masa başı ister maden ocağı emekçisi olalım; emeğimizin hayatın içindeki yerini, önemini, işlevini, görevini ve onurunu, bu büyük sanat emekçilerinin sözü, düşüncesi, estetiği ve duruşu olmadan anlamamız ve anlatmamız olanaksızdır. Aynı biçimde, siyasal konumumuzu, iktidar olma meramımızı ve gerekçelerimizi; hayata, insana, ülkeye ve yeryüzüne dair teklif, temenni ve öngörülerimizi emek ve emekçi ile onurlu üretim-hakça paylaşım temeli üstünde kuruyorsak; çağdaşlığa, demokrasiye, laikliğe, hukuka dayandırıyorsak, bu büyük insanların yaratıları olmadan nasıl dillendirebiliriz? Bu soruya verilecek yanıt evetse, onu var eden güç hayat ile sanatı, tartışılmaz bir diyalektik bir anlayışla buluşturan dünya görüşüdür.
Süreç hayli söz ve eylem kaldırır durumda. Bize de bunları anımsatmak düşüyor. Kültür ve sanata dair örgütlenmelerden, bunlara dair tek söz duyup da sizinle paylaşmayan, sendika ağası ya da grev kırıcı ya da körfezdeki dalgın suya bakarken denize düşen şair olsun! Sahi, var mı?
Bu yazı grev bitmeden yazılmıştır...