Geçen hafta yazımı yetiştiremedim, kusura bakılmasın. Öylesine bir yoğunluk bastırdı ki anlatamam. Kardeşim 19 Mayıs’ı haftasını mı buldun, o hafta yazmayacaksın da ne zaman yazacaksın diyenler mutlaka çıkacaktır. Onlara, geçmişte okuyamadıkları en az elli 19 Mayıs köşe yazımı, konuya dair şiir ve söyleşilerimi anımsatmaktan başka çarem yok. Üstüne dilerlerse, şu anda okudukları yazıyı Kıbrıs’tan döner dönmez, yorgunluğum geçmeden yazmaya başladığımı da ekleyebilirim. Neyse, konuyu uzatmayalım.
19-22 Mayıs arasında Kıbrıs’ta, sözcüğün tam anlamıyla Lefkoşa, Girne, Mağusa üçgeninde koşturdum. Yakın Doğu Üniversitesi bünyesindeki ilkokulların şahane çocuklarıyla söyleştim, kitaplarını imzaladım. Değerli yazar yoldaşım Habib Bektaş’la unutulmaz saatler yaşadık. Kıbrıs’ın ünlü kitapçısı Erkut’un yönlendiriciliği, yayınevimiz Yağmur’un harika düzenlemesi, Cihan’ın ve Güneş’in profesyonelliği bir iş yapma saadetine çeviren becerikliliği yorgunluğu unutturdu gitti. Ve elbette Yakın Doğu İlköğretim okullarının şahane eğitici kadroları… Ama oraya geçmeden, size Kıbrıs’tan ve KKTC’den söz etmek isterim. Yazacaklarımın Kıbrıs üstüne düşünmenizi, olup bitenlere odaklanmanızı, bu “çok uzak, fazla yakın” doğa ve tarih anıtının insanların elinde nereden nereye gitmekte olduğunu tartışmanızı sağlamasını dilerim.
Geçmişten bugüne sayısız kez gittiğim, kadim ve kanlı bir geçmişe, kederli hatıralara, onulmaz tragedyalara sahip olduğu kadar, benzersiz bir kültüre, göz ve damak lezzetine, ah ki dinlemeye doyamazsınız ada Türkçesine (kuşkusuz ada Yunancasına) sahiptir. –di’li geçmiş zaman kipiyle konuşmak istemiyorum. İstemiyorum ama her gittiğimde gördüğüm vahim geriye düşüş ve yıpranmışlık (yozlaşma mı demeliydim?), yüreğimin koyu gölgelerle kaplanmasını da engelleyemiyor.
Kuzey güney, doğu batı olarak, neredeyse bir ucundan öteki ucuna dolaşırken, vahşi bir yapılaşmanın bir ülkeyi nasıl teslim alıp, bu güzelim adayı mahvetmeye nasıl ant içtiğini gözlerimle görüp tanık oldum. Olmadık anlarda bizi hoplatan gümbürtülerin, güzelim dağları o aptalca bina yığınlarına taş sağlamak için patlatılan dinamitlerden geldiğini öğrenmek, vahşi biçimde kalkan toz bulutunun köylerin üstünü nasıl da acım asız biçimde örttüğün görmek, elbette korkunçtu. Kıbrıs gazetelerinde kalemini, onurunu, vicdanını satmayan yiğit insanlar, her gün, bu garabetin alt yapı-üst yapı sorunları umursanmadan, kuzey-güney göçlerinin ilerde başa dert olacak mülkiyet sorunları çözülmeden, iklimden kültürel birikime bin talan doğurmaya şimdiden başlamış bu akılsızlığını sorunları halledilmeden girişilen cinayetlere karşı çığlık atıyorlar. Bu çığlıklar, yalnızca kör betonlaşmaya karşı atılmıyor. Uluslararası tanınırlık yollarını tıkayan öngörüsüzlük, Türkiye’yle bağıntılı olmakla bağımlı olmak arasındaki farkı bilemeyen kendinden menkul emperyalist zibidilerin tavır, gerici yobaz teşebbüslerin güzelim bir adayı ve halkını tedirgin etmesi, hele ki kumar, fuhuş, mafyozik soytarılık merkez olarak tanımlanması… Bu çığlıkları, haklı birer isyana ve hesap sormaya çeviriyor.
Kıbrıslı dostlarımdan dinlediğim, okuduğum, gözlemlediğim bu liste sizi düşünmeye yönlendirmiyorsa, özellikle Mağusa sokaklarında meydanlarında fotoğraflarıyla karşılaştığınız, her biri birer simgeye dönüşmüş “Şampiyon Melekler”, size yardımcı olacaktır. İçinizden kimileri, onlar da kim diye soracaktır ve de haklılardır. Çünkü öylesine bir vicdansızlık, belleksizlik, ahlaksızlık, utanmazlık ve yüzsüzlük batağına itildik ki, Adıyaman depreminde İsias Otel denen tabutlukta yitirdiğimiz o canları kim anımsar, kim tasalanır, değil mi efendim! Şimdi o ada, gözlerini Türkiye’ye, hukukuna, adaletine dikmiş durumda. Vicdanları rahatlatacak, hukuka inancı tazeleyecek, namussuzluğun saltanatının yıkılacağına olan güveni tesis edecek işledr, duruşlar, kararlar ve uygulamalar bekliyor. Bekleyenler arasında biri daha var ki, Mağusa’nın kalebendi, büyük sürgünüdür. Bu memleket “vatan” sözcüğü ile onun sayesinde tanışmıştır. O sözcüğün tam anlamıyla “Vatan Şairi” Namık Kemal’dir.
Gördünüz değil mi, tonlarca kepazelik arasından yol bulup, sırayı Namık Kemal’a düşürmek bilene zor, ne yürek ağrısı! İşte bu yüzden, çocuklara sıra gelemedi. Siz şimdilik bu yazıda dikkat çekilmeye çalışılan konuları düşünün, ötesini ve adanın şahane çocuklarını haftaya konuşalım. Virgülümüz de şu olsun: emperyalizmin, kapitalizmin, yozluğun ve yobazlığın dünyanın coğrafyalarına tebelleş olmuş, halkları birbirine düşman etmiş her türlüsü kahrolsun!