Homeros’tan Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği 19 uncu yüzyıla kadar, yaklaşık 2700 yıl boyunca ulaşım ve iletişim bütünüyle doğal güçlere bağımlıydı. Sanayi Devrimi’yle elde edilen gelişmeler, insanlığın ortak bir dünya kazanmasına önemli katkıda bulundu. Söz gelimi, Odysseia’da gemilerin hızı kürekle gittiklerinde saatte bir, bir buçuk deniz mili kadar, yelkenle gittiklerinde ise 3 mil kadar, yani yaklaşık saatte beş kilometreydi. Pire’den Efes’e iki buçuk günde, Mısır’a ise sekiz günde gidilebilmekteydi. Yalnız deniz ulaşımı değil; iletişim, üretim ve kara ulaşımı da bütünüyle doğal güçlere bağlıydı. Un, rüzgâr veya suyla çalışan değirmenlerde öğütülüyordu. Karasal ulaşım atlar ve develerle sağlanıyordu. 16-17 inci yüzyıllarda; Erzurum’da, Bingöl’de, ya da Van’da meydana gelen bir deprem haberi İstanbul’a on sekiz-yirmi günde ulaşıyordu. 9 Eylül 1570 tarihinde Osmanlılar tarafından kuşatılan Lefkoşe’nin düşmesi haberi İstanbul’a on altı günde, Venedik’e kırk altı günde, Madrid’e de yüz iki günde ulaşmıştı. Ulaşım, iletişim ve üretim doğaldı doğal olmasına ama, üretim düşük, hız yetersiz ve ulaşım zor, zahmetli ve bir o kadar da tehlikeliydi. Hükümdarlar arası mektup postaları bile, hızdan çok güvenliğe önem vermek zorunda kalındığı için, gündelik hız rekoru olarak bir kez 139 kilometreye ulaşmıştı. Kıtalar arası deniz ulaşımı ise akıl almayacak kadar zor, tehlikeli ve büyük paralara bağlı bir işti. Sanayi kapitalizmine geçişle birlikte, Fernand Braudel’in “yenilmez bir düşman” dediği coğrafi mesafe yenilmeye başlamıştı. 1840’larda telgraf iletişimi akıl almaz bir hıza kavuşturmuş, haberi bir lüks meta olmaktan çıkarmıştı. Öte yandan coğrafi mesafenin yenilmesi, Marx’ın Grundrisse’de belirttiği gibi , “değere ilişkin niteliksel bir süreç olan metanın dolaşımını hızlandırarak” sanayi sermayesinin dönüşümünü arttırmış, sermayeye ödenen faizi azaltmış ve sanayideki kârlılığı arttırmıştı. 19 uncu yüzyıldaki bu hızlı değişim sonucu, kentlerde ilk kez yaya kaldırımları, vitrinler, havagazı ile çalışan sokak lambaları, büyük mağazalar, kafeler, kentteki tuhaf kişileri, olayları, dedikoduları anlatan küçük dergiler, halkın satın alabildiği tefrika romanlı ve reklamlı gazeteler, romantik edebiyat, operetler, dedektif öyküleri, orta sınıfa inen Drakula ve Frankeştayn hikâyeleri, kadın dergileri, müzikte mekanik kayıt ve yeniden üretim olanaklarının yarattığı yabancılaşmış müzik türleri, fotoğrafın getirdiği olanaklar insanlığı iletişim açısından bir kez daha, fakat bu kez ters yönden Antik Çağ’daki sorunlarla karşı karşıya getirmişti. Parçalanmış bir gündelik hayatın akışı içinde; fabrikanın, atölyenin, devlet dairesinin ve dükkânın dışındaki “serbest zamanı” elinden alınmış, diğer insanlarla iletişimi azaltılmış ve kalabalıklar içindeki yalnız bırakılmış insanın kendi bireyliğini bulabilmesi çözümü olanaksız denecek kadar güç bir sorun olmuştu.

Depremi̇ Öğrenmek

KADIN MÜZİSYENLER NEDEN AZ?

Women’s Philharmonic Advocacy adlı kuruluş Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 21 önemli orkestra ile ilgili bir araştırma yapmış. 2024- 2025 sezonunda bu orkestralarda şeflik yapan kadınların erkeklere oranını ve sayısını hesaplamış. Buna göre sözünü ettiğimiz sezonda 159 şef görev almış ve şeflerden 33 tanesi kadınmış. Kadın şeflerin oranı % 20,3 de kalmış. Ayrıca bu 21 orkestrayı yöneten erkek şefler arasında az çok tanıdığımız Essa Pekka Salonen ve Ricardo Muti sezon boyunca hiç kadın besteci eseri seslendirmemişler.

Klasi̇k Müzi̇k 2

Kadın bestecilerin klasik müzik tarihindeki meselesi, Sanayi Devrimi ile birlikte, o zamandan beri hep tartışma ve eleştiri konusu olmuştur zaten. Neden kadın besteci az, neden onların eserlerine yer verilmiyor soruları hep sorulmuş. 19 uncu yüzyıldan bu yana klasik müziğin erkek egemen bir alan olduğu da açık. Gerek aristokraside, gerekse gelişen burjuvazi sınıfında erkekler daha otoriter, daha güçlü ve etkindiler. Burjuva aristokrasisinden gelen kadın müzisyenler eğitimli ve yetenekliydiler. Bunların arasında bildiğimiz Clara Schumann ve Fanny Mendelssohn Hensel’in yanı sıra Henriette Voigt, Livia Frege ve Elisabeth von Herzogenberg vardı. Enstrüman çalıyor, şarkı söylüyor ve beste yapıyorlardı. Bunların bir bölümü yalnızca aile üyelerine ve yakın çevrelerine müzik yapıyorlardı. Diğer bir bölümü de yapıtları basılan ve tanınan isimlerdi. Londra, Paris, Viyana, Berlin ve Saint Petersburg’da konser salonlarında ve opera evlerinde boy gösteren kadınların yanı sıra, öğrencileri olan, para almadan ders veren, konservatuarlarda eğitmenlik yapan kadınlar da vardı.

Kadınların müzik alanında dezavantajlı olduğu bir gerçektir. Bugün olumsuzluklar kısmen aşılabilmiş olsa bile, 19 uncu yüzyılda ve 20 yüzyılın başlarında da yayımcılar erkektir, orkestrayı yönetenler erkektir, konser organizasyonlarını yapanlar erkektir, müzik eğitiminde söz sahibi olanlar erkektir. Ayrıca evlilikler ve doğumlar, ev içi sorumluluklar, çocuk yetiştirme faaliyetleri kadınların müzik kariyerlerini olumsuz etkilemiştir. O dönemin kadın bestecileri arasında yedi çocuk, on çocuk doğuran kadın besteciler vardır. Günümüzde bu konu biraz daha olumlu bir yol alınmış olsa da, klasik müzikteki eşitsizlik özellikle beste ve şeflik alanında sürüyor.

Bu konuda Nancy Reich’ın “Womens as Musicians’ı” ve 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr. Fırat Kutluk’un “Müzikte Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet” kitapları ilginç, değerli ve okunasıdır.

ŞİŞMANLIĞA KISA BİR BAKIŞ

Çocukluğumda Ankara Gençlik Parkı’nda “Maraşlı şişman” dondurmacı vardı. Tezgâhın bir köşesinde, yüksekçe bir yerde kendisi için yapılan koltuğunda oturur, bizler de şaşkınlıkla ve gülümseyerek kendisini izlerdik. Sevimliydi, genç bir delikanlıydı ve belki 150 – 160 kilo vardı. Yaz akşamları aileler, çocuklar önünde birikir, dondurma alırken bir yandan da kendisini izlerdi. Aslına bakarsanız saygın şişmanlıktan, muteber zayıflığa giden yol yüzyıllar aldı. Bu biraz da çevreyle ilişkiliydi. Şişmanlığa bakış açısı bolluğa, berekete, ya da kıtlığa ve yokluğa göre değişmekteydi. Avrupa yüzyıllarca aralıklı olarak kıtlık ve salgın hastalıklarla mücadele etti. En büyük kıtlıklardan birinde -1315-1318 yılları arasında- kıtlık ve salgın hastalıklar insanların geleceğini kararttı. 1315 yılında mayıs ayından eylül ayına kadar aralıksız süren yağışlar, sellere, köylerin sular altında kalmasına, hayvanların telef olmasına, ekili alanların büyük zarar görmesine, salgın hastalıkların yaygınlaşmasına yol açtı. Halk, köpek ve at başta olmak üzere muhtelif iğrenç şeyleri yemek zorunda kalmıştı. Gıda zincirindeki bir aksama bütün sistemi çökertti. Tahıl üretiminin dibe vurması neticesinde evcil hayvanların ve kümes hayvanlarının tüketimi arttı ve bu da bir süre sonra süt ve yumurta gibi hayvansal gıdaların azalmasına yol açtı. Öte yandan salgınlardan dolayı çok sayıda koyun ve sığır ölünce bu kez et arzında yetersizlik görüldü. Halk imkânlar elverdiği ölçüde kendisini beslemeye çalışmaktaydı. Köpek ve kedi başta olmak üzere en iğrenç şeyleri dahi yemekteydi. Bunlardan daha korkunçlar vardı. Trokelowe’ın çalışmalarında, kendilerine yiyecek verilmeyen aç mahkûmların yeni gelen mahkûmlara vahşice saldırdıkları ve onları yarı canlı yediklerini anlatmaktadır. Trokelowe, Londra’ya girerken kıtlıktan dolayı perişan olmuş insanları veya açlıktan ölmüş kişilerin sokaklarda nasıl yattıklarını nakletmektedir. Brunneli Robert da onun açıklamalarını desteklemektedir. Öyle bir yokluk hâkimdi ki üç gün boyunca yolculuk etseniz dahi satın almak için yiyecek bulmanız zordu der. İnsanlar yaprak, kök veya derelerde yakaladıkları balıkları yiyerek açlıklarını gidermeye çalışmaktaydılar. İngiltere Kralı II. Edward bile yiyecek bulmakta sıkıntı yaşamaktaydı. İrlanda’da da benzer tablo görülmekteydi. Toplumbilimci Sorokin'e göre, kıtlığa bağlı olarak yamyamlıklar sadece Orta Çağ Avrupa’sında değil, dünyanın muhtelif yerlerinde birçok kez yaşanmıştı. Antik Mısır, Antik Yunan, Roma, İran, Hindistan, Çin ve Japonya’da bu hususta kayıtlar mevcuttur. Böyle bir dönemden sonra, doğal olarak; bolluğa, berekete, yiyecek ve içeceklere, eğlencelere, toplu yemeklere özlem ve istek arttı. Birer hayal ürünü olan, yeryüzündeki cennet diye anlatılan, baharatlarla, yağlı etlerle veya beyaz ekmekle dolu, baş döndürücü ufuklarında biradan ve şaraptan oluşan nehirlerin aktığı, toprakta yahnilerin ve rostoların yetiştiği, dağlarında muhteşem balözlerinin biriktiği “bolluk ülkeleri” görkemli birer simge olarak gösterildi. Masallarda çikolatadan ve meyvelerden evler anlatıldı. Açlık, kıtlık, pahalılık ve kitlesel ölümlerden sonra, “dünyayı yemek” bir sakinleşme hayali olarak tarif edildi. Yiyeceklerin biriktirilmesi, hayali anlatıları büyülemekteydi. Sağlıklı olmak, midesi dolu olmak anlamına geliyordu. Dinçlik, etlerin sıkılığından kaynaklanıyordu. Avrupa’da yaşanan kötü hikâyelerden ve eziyet yıllarından sonra; öykü, masal ve destanlarda “güzel kadın” betimlemelerinde şişmanlığa övgü arttı. Ancak, Sanayi Devrimiyle birlikte üretimin rasyonelleşmesine paralel olarak ölçü ve standardizasyon önem kazandı. Sayılar, oranlar ve ölçüler öne çıktı. Kadında ağırlık istenmezken, burjuva erkek göbeği başarı ve zenginliğin simgesi olarak popüler kültürün bir ögesi durumuna geldi.

Ş İ Ş M A N L I K