Fransız İhtilali’nden birkaç yıl önce 1784 yılında, Kraliçe Marie Antoinette’in yakın arkadaşı Lamballe Prensesi Paris’in dışında sapa ve uzak sayılabilecek bir yer olan Passy semtinde bir malikâne yaptırdı. Amacı saray dedikodularından uzak olmaktı. Ancak çok az kullanabildi çünkü 1789 ihtilalinden sonra kraliçe ile birlikte asıldı. Ailesi daha sonra malikâneyi bir doktora kiraladı. Bina akıl hastanesi oldu. Paris’in bu en ünlü akıl hastanesinde şair Gerard De Nerval, Faust operasının bestecisi Charles Gounod ve öykücü Guy de Maupassant gibi sanatçılar tedavi oldu, ancak Maupassant iyileşemedi ve 1893 yılında bu hastanede öldü.
1922 yılında zengin bir Amerikalıya satılan malikâne, İkinci Dünya Savaşı yıllarında işgalci Gestapo’ya verildi. Savaş bitiminde yani 1945 yılında Türkiye’ye kiralandı ve 1951 yılında da Türkiye tarafından satın alındı ve bugün Türkiye Büyükelçiliği olarak hizmete devam ediyor. İlginç bir rastlantı binanın hemen karşısında Honore de Balzac’ın evi var.
Alacaklılarından kaçan Balzac, Boulogne Ormanları yakınındaki bu yeri hizmetçisi adına kiralamıştı. İnsanlık Komedyası’nın birkaç romanını burada yazan Balzac’ın evi bugün müze olarak kullanılıyor. Evde yazı masası, sandalyesi, kahve takımı ve çay demliği var. Bu evde her gün 20 fincan kahve içen ve günde 18 saat çalışan Balzac’ın yazı masasının üzerinde dirseklerinin oyduğu küçük çukurlar oluşmuş. Balzac’ın evinin terasından elçilik binası ve önündeki bayrak görülebiliyor.
MAHLER DİNLERKEN ÇORAPLARINI YIKAYAN ADAM
2009 yılının ekim ayında yitirdiğimiz Ünsal Oskay, Türkiye’de iletişim biliminin kurucusu, toplumbilimci ve çevirmen olarak bilgi ve kültür dünyamıza unutulmaz katkılar yapan bir bilim adamıydı. “Var olmanın zengin bir deneyim olduğu”ndan söz eder ve bu dünyanın vasat siyasetçilerden, grotesk bürokratlardan, şımarık magazin yıldızlarından ibaret olmadığını söyleyip, bunların dünyasının yanında kendimize Shakespeare’den, Cervantes’ten, Âşık Veysel’den, Marquez’den oluşan başka bir dünya inşa edebileceğimizi, etmemiz gerektiğini söylerdi. “Tecessüs” en sevdiği sözcüktü. İnsanın yeryüzündeki maceralarına büyük ilgi duyardı. On altıncı yüzyılda Marsilya ile İskenderiye arasında gidip gelen ticaret gemilerinin yük kapasiteleri ve hız limitlerinden Rumların musakkayı pişirme biçimlerine, Kuzey Afrikalı kadınların olağanüstü güzellikteki kalçalarından Baudelaire şiirindeki alegorik anlatıya, Aztekler’in çapa tarımcılığından Adorno’nun, Kant’ın ahlâk felsefesi eleştirisine varıncaya kadar her yere sokulabilir, her yerden izlenim toplayabilirdi. Engin bilgisi ve kültürü onu alçakgönüllü bir birey olmaktan uzaklaştırmadı. Hiçbir zaman kendini “sürüden ayrı görme” bahanesi olmadı onun için. “Günümün yirmi dört saatini iletişim bilimci gibi yaşamıyorum” derdi. Enginar ayıklarken, göbeği açık kızlar dans ediyor diye, Kral TV’yi açtığını gizlemezdi. Hiç seçkinci olmadı, kültürel beğenileri ve entelektüel zevkleri doğaldı. Mahler dinlerken çorap yıkayan bir adamdı. Ünsal Hoca’nın dünya görüşü hiçbir zaman ve hiçbir yerde, yaşanan gerçekliğin, yani işitilebilen, görülebilen, elle dokunulabilen şeylerin alanını aşmazdı, aşmadı. Ama bu alan içinde öyle bir bağlam oluşturma ve bunu ifade etme mükemmelliğine ulaşmıştı ki! İtalyan Galile’nin teleskopuyla Samatyalı Halil’in dürbünle komşunun alımlı karısını dikizlemesi arasında kurduğu insani/tarihsel bağı asla yadırgamazsınız mesela, ikna olursunuz. Bizlere iletişimi, Frankfurt Okulu’nu, yabancılaşma kuramını tanıtan Ünsal Hoca, ““Entelektüelin hası, yenilginin ne demek olduğunu iyi bilen toplumlardan çıkar” diyordu. TRT’de çalıştığım yıllarda, doçent tezi olan “Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri” matbaada basıldığı günlerde, basılan sayfaları alır heyecanla odamıza gelir anlatırdı. Duygusal Ünsal Hoca, aşktan, romantizmden, sevgiden, çocukluktan, eskilerden bahsedildiğinde, ya da kendi anlattığında gözleri sulanırdı. Sulu gözlülüğüne bir başka örnek de, Walter Benjamin’in Paris’teki müze evinde, Benjamin’in çalışma masasının koltuğuna oturup, masanın üzerindekileri karıştırırken ağlamasıdır. Ünsal Hoca farklıydı, dersleri başka sınıflardan, hatta başka okullardan gelen öğrencilerle dolar taşardı. Dersleri saatler sürer, öğrenciler bitmesin isterdi. Ama o “Burada ne işinizi var, çıkın sevgilinizle gezin dolaşın” derdi. Sistem rasyonelleştikçe, insan irrasyonelleşir derdi. Öğrencilerinin anıları o kadar çok, hocalarına olan hayranlıkları o kadar yoğun ki. Biz sözümüzü şöyle bitirelim: Ünsal Oskay hoca akademide bulunan dar ve kısır çekişmelerin ötesine geçmiş olmasıyla Türkiye’de düşüncenin gelişmesinde en büyük etkiye sahip olmuştur. Daha özel olarak 1920'lerin ötesine geçemeyen Marksist düşünce çizgisinde ufukların açılmasını sağlamıştır. Dünyada ortaya çıkan yeni gelişmelere gözünü kapatanların ve kulağını tıkayanların kuru ekonomik determinizminin tersine ekonomik çatışmanın, sınıf çatışmasının yeni kültürel ve enformatik boyutlarını gözler önüne sermiştir.
Ünsal Oskay hocayı özlüyoruz.
SÖNMÜŞ KİBRİTİN İZİNDE
Doğan Hızlan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiği dersleri, “bir profesörün ders notları değil, bir kültür adamının söyleşileri” olarak niteler. Yine Tanpınar’la ilgili bir inceleme yazısında “Hazırlanmış bir ders programıyla sınıfa gelmezdi Tanpınar. Bence, o gün zihnini meşgul eden bir kültürel meseleyi derse getirir, onun çeşitli yüzyıllardaki, türlerdeki serüvenine çıkarırdı öğrenciyi.(…) Sınıfa çoğunlukla elinde bir kitapla girer o kitaptan yola çıkıp bir cümlenin, bir tespitin patikasından öğrencilerini geniş meydanlara götürürdü. Herkesin bu yolculuğa dayanması kolay değildi.” Tanpınar’ın gönlü de zihni de hem Doğu’ya, hem de Batı’ya açıktı. Kültürler arasındaki tereddüdü, ikilemleri, kararsızlıkları tüm eserlerinde ve derslerinde görülür Tanpınar’ın. Bir anlamda Tanpınar ara kuşaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına ve Cumhuriyet’in ilk dönemine şahit olmuş ve yitip giden ile yeniye duyulan arzu arasındaki karmaşık çatışmayı edebi estetiğin kaynağı haline getirmiştir. Yapıtlarında en çok kullandığı kelime “mazi”dir. Temel sorun, mazi ile bugün arasında ilişkinin nasıl kurulacağı üzerinedir. Edebi açıdan geçmiş ve bugün arasında belli bir melankoli ve ikilem olmadan bunun yapılabilmesi zor gibidir. Tanpınar’da bu durumun yol açtığı gerilim kendini derin bir şekilde hissettirir. Mazi ile yeni arasındaki giderilmez kopukluk durumu onun edebiyatının merkezinde durur. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ve Edebiyat Üzerine Makaleler kitapları gerçekten çok önemli ve değerli eserlerdir. Tanpınar’ın dersleriyle başladığımız sözümüzü yine dersleriyle bitirelim: Doğan Hızlan’ın, bizzat Tanpınar’ın derslerinde gördüğü ve aktardığı notlara göre Tanpınar bir tiyatro dersinde, anlattığı bölümün altını sigarasını yaktığı sönmüş bir kibritle çizmiş. O günden itibaren, sigara içmeyen öğrenciler bile ceplerinde kibrit taşımaya başlamış, yakıp sonra da satırın altını çizmişler. Oysa Tanpınar kalemi yanında olmadığı için böyle yapmış.
İKİ AŞIK
1888 yılında yaptığı “Arles’ta İki Aşık” resmi. Van Gogh 1888 yılında tasarladığı bir manzara resminin kenarına iliştirip boyadığı bu figürleri o kadar sevdi ki resmin diğer kısımlarını sildi ve sadece bu kısmı bırakarak adına “İki Aşık” dedi...