19 uncu yüzyılda Osmanlı Sarayı’na İzmir’den hangi yiyecekler nasıl gidiyordu? Tahmin edilebileceği gibi en çok incir, üzüm, zeytinyağı, balık ve baharat gönderiliyordu. Sarayın hem alaturka, hem de alafranga sofralarında yer bulan bu ürünler çok nitelikliydi ve Saray’da çok tercih ediliyordu. Balık ve taze meyve gibi ürünler hızlı kervanlarla karadan, kuru üzüm, incir, baharat ve zeytinyağı da deniz yoluyla İstanbul’a gönderiliyordu. Saraya gidecek ürünleri taşıyan kervanlar özel olarak düzenleniyor ve hassa görevlileri tarafından korunuyor ve denetleniyordu. Kervanların geçeceği yollar ve konaklayacakları yerler de menzil teşkilatı tarafından belirleniyordu. Zeytinyağları küplerde, meyveler de bez torbalarda veya sandıklarda taşınıyordu. Ürünler İstanbul’a ulaştığında, Saray’ın mutfak görevlileri tarafından teslim alınır, kontrol edilir ve depoya kaldırılırdı. Bozuk ürünler geri gönderilirdi. İzmir’den meyve ve zeytinyağı alışverişini sağlamak üzere İstanbul’dan iki görevli gönderilirdi. İzmir’deki kadının da yardımıyla alım işlemleri yürütülür, parası da o bölgedeki mukataalardan, yani devlete ait arazilerden elde edilen gelirlerden karşılanırdı. Ama İlber Ortaylı’nın bir yazısından anlaşıldığı üzere, komisyoncu, stokçu ve fırsatçılar o dönemde de vardı. Bunlar ürünleri stoklayıp depolarda tutuyorlardı. İstenen ürünler İstanbul’a ulaşmadığında veya sıkıntı yaşandığında İzmir ve Ayazmend kadılarına hükümler gönderilirdi. Bu hükümlerde “bazı madrabaz taifesi zuhur edip, İstanbul'a lazım olan kara üzüm, razakı, incir ve bunun emsali zehayiri der-mahzen edip İstanbul'da sıkıntı çekilmeyince getirmeyerek büyük sıkıntı çekildiğinden, satın alınmış zahireyi der-mahzen ettirmeyip vakit ve zamanıyla gemilere yüklettirip, İstanbul’a gönderilmesi emredilmiştir. “ denirdi.
MERAKLISINA NOTLAR
Roland Barthes’ın aktardığına göre silgi aslında Japon yazı sanatına terstir. Çünkü Japon yazısı “alla prima” dır. Yani ilk yapıldığı gibi, üzerinde değişiklik istenmeyendir.
Bertrand Russel hayatı boyunca çay demlemeyi becerememiş. İmmanuel Kant kalemtıraşla kalem açamazmış. John Stuart Mill de en kolay düğümü atarken bile helak olurmuş.
Enrico Fermi atom fiziği ders kitabını kurşunkalemle ve hiç silgi kullanmadan yazmış.
Kemal Tahir yazılarını yazmak için gece üç gibi kalkar, öğlene kadar çalışır, sonra tekrar uyurdu. Akşamüzeri uyanınca, kendini ziyarete gelen dostlarıyla bir araya gelirdi. Bu yoğun çalışmaların sonunda Devlet Ana ortaya çıktı. Kemal Tahir 13 yıl hapis yattı. Çorum cezaevinde Nazımla birlikteydi. Annesi Kalfa olmadan evlendirilmiş saraylı bir Çerkez’di.
Çok yakın dostu, ressam Victor Hartmann’ın onun kollarında ölmesi Mussorgsky’yi derinden sarstı ve arkadaşının anısına “Bir Sergiden Tablolar” başlıklı piyano süitini besteledi. Daha sonra Maurice Ravel bu eserin orkestrasyonunu yapmıştır. Bu eserde on tablo vardır. İlk resim kambur, cüce, maskaradır. İkinci resim eski şatodur. Orkestra eserleri, yakın arkadaşı Rimsky Korsakov tarafından yapılan düzenlemelerle bilinir ve çalınır. 42 yaşında kalp krizinden ölen Mussorgsky, alkol bağımlısı, parasız ve yalnızdı.
Jack London günde bin sözcük yazmayı alışkanlık haline getirmişti. Her sabah önce yazısını yazıyor, sona güne başlıyordu.
Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”nda aktardığına göre; Paris’te de kahve kuşları çoktur. Bunlardan birincisi Jean Moreas, bir diğeri de Paul Verlaine’dir. Moreas, St. Michel Bulvarındaki Vachette kahvesinden dışarı çıkmaz. Vachette’e takılıp Moreas’la tanışan Türk yazarlar da vardır. 1903-1911 yılları arasında Paris’te bulunan Yahya Kemal bunlardan biridir. Moreas bu kahvede ona Fransız edebiyatının ve Racine’in en güzel şiirlerini öğretmiştir.
İbrahim Çallı da, Quartier Latin’e yapışıp kaldığı yıllarda, altı yıl boyunca Vachette’den dışarı çıkmamıştır. Fikret Adil’in demesine göre, altı yıl boyunca hiç Fransızca öğrenememiş ama, Vachette’in garsonuna biraz Türkçe öğretmiştir. Kahve kuşu bir Fransız da, Charles Baudelaire’dir. Onun kahvesi Seine nehrinin öte yakasında Montmartre’daki Divan Sepelletier’dir.
Shakespeare döneminde, şapka yemeklerde, hatta kilisede bile çıkarılmazdı. Asiller yalnızca Kralın huzuruna çıktıkları vakit şapkalarını çıkarır ve başları açık dururlardı.
Derin Sular, Trendeki Yabancı ve Ripley’in Oyunu gibi polisiye kitapların yazarı Patricia Highsmith bir restoranda otururken birdenbire çantasından salyangozlar çıkarıp masanın üzerine koyar ve onları izlermiş.
Stendhal’in yalnızca dört kitabının Türkçe’ye çevrilmiş olmasına ne demeli. Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı, Aşk üzerine Deneme ve İtalya Hikâyeleri. Hâlbuki iki otobiyografi, dört biyografi ve birçok roman hikâye ve denemeleri var. Müziğe çok meraklı. Cimarosa, Rossini, Haydn ile ilgili biyografiler yazmış. Rossini ile ilgili yazdıkları bugün çok değerli.
Eugenie Grandet romanının satır aralarında geçtiğine göre, Fransa’da Balzac döneminde ekmeğin üzerine sürülen; tereyağı, şeftali reçeli gibi her şey Frippe diye adlandırılır.
YAZI KÜLTÜRÜ
Türkiye’de belli bir konuda, tematik yayımlanan dergiler fazla uzun ömürlü olmaz. Bu biraz da dergilerin niteliği gereğidir elbet. Edebiyat dergileri; 1975 yılında yayımlanmaya başlayan ve Enis Batur’un çıkardığı ”Yazı” Dergisi üç aylık olarak toplam sekiz sayı yayımlandı. Yine Enis Batur’un genel yayın yönetmenliğini yaptığı “Gergedan” dergisi de toplam yirmi sayı yayımlandı ve 1988 yılında yayın hayatına son verdi. Üç aylık posta ve mektup kültürü dergisi “Posta Kutusu” da Turgut Çeviker yönetiminde üç aylık olmak üzere yalnızca dört sayı çıktı. Gelelim yazı kültürü dergisi “Mürekkepbalığı” na. Mürekkepbalığı da kaderine boyun eğdi ve yalnızca altı sayı çıktı. bu tür tematik dergilerin ömrü kısa olmasına karşın son derece değerli ve kültür hayatımıza önemli katkıda bulunan dergiler. Kırtasiyeyi, kalemi, defteri ve kâğıdı çok severim. Kullanmayacağımı bilsem bile alır bir kenarda tutarım. Yıllar evvel babama hediye edilen bir Waterman dolmakalem takımına el koyup sahiplenmiştim, hala durur çalışma odamda. Geçenlerde yazı kültürü dergisi Mürekkepbalığı’nın sayfalarını çevirirken Doğan Hızlan’la yapılan bir söyleşiye rastladım. Sayın Hızlan yalnızca dolmakaleme olan sevgisi ve ilgisiyle değil, kalem kutuları, kalemtıraşlar, kurşun kalemler, mürekkepler, kartuşlar, silgiler, not defterleri, ajandalar ve çeşit çeşit kâğıtlara, dosyalara olan ilgisiyle de bu konuda gerçekten tektir. Sayın Hızlan bir soru üzerine hangi yazarlara nasıl bir kalem üretilebilir sorusu üzerine; “Orhan Veli’ye gayet sade ve üzerinde bir kedi olan kalem olabilir” derken, Nazım Hikmet için “onun kaleminde altın kullanılmalı ve feminen desenlerle, sevdiği ressamların resimleriyle süslenmeli” önerisinde bulunur. Behçet Necatigil için ise son derece sade ve üzerinde yalnızca imzası bulunan bir kalemin uygun olacağını söyler. Savaşı en iyi anlatan yazarlardan biri olan Konstantin Simonov da Doğan Hızlan gibi kırtasiye meraklısıdır. Abidin Dino Doğan Hızlan’ı alır Paris’in çok bilinen bir kırtasiyecisine götürür. Meğerse Simonov da oradan alışveriş yaparmış. Hızlan şöyle devam ediyor: “Abidin Bey’in elleri çok güzeldi ve onları çok güzel kullanırdı. İstediğim dolmakalemi hanım tezgâhtara tarif ederken, dışarıdan baksanız adeta ilan-ı aşk ettiğini sanırdınız.”