İnsan bildiği kavramlar kadar düşünüyor. O düşünceler sayesinde, ihtiyaçların farkına varıyor. İhtiyaçlar insanı, bireysel ve toplumsal yaşamı düzenlemeye, doğayı ve çevresini biçimlemeye ve bunun için gerekli olan araçları üretmeye yönlendiriyor. Bu araçların neden, nerede ve nasıl kullanılacağının, ulaşılan sonuçlarla nasıl bir aidiyet kurulacağının yanıtı da, insanın bildiği kavramlar kadar oluyor. Doğanın verdiği iklim ve coğrafyayla, insanoğlunun ekledikleri, anlamlı biçimde işte böyle buluşuyor. İşte “kültür” bunun adıdır.

Antik Yunan’daki “Cultura”dan geldiği söyleniyor, sözcük anlamı “ekip, biçmek”tir. Bu nedenle olacak, kültür bizde, önceleri yine ekip biçmek anlamına gelen “hars” olarak adlandırılırken, Türk Dil Kurumu tarafından “ekin” sözcüğü öngörülmüştür. Bu bize, kültürün, her şeyden önce doğa-insan ilişkisine bağlı bir üretim ve paylaşım süreci sonunda elde edilen, oluşturulan, yaratılan bir birikim olduğunu anlatmaktadır. Bugün genel anlamı yanında kültür, belirli alanlardaki olgunluğun, yetkinliğin, gelişmişliğin (ya da tam tersinin) anlatımında da bir kerterizdir. Demokrasi kültürü, sınıf kültürü, kentlilik kültürü, ekolojik kültür, trafik kültürü, sağlık kültürü, tarih kültürü, spor kültürü… olarak, bu liste uzar gider. İnsan aklının, algısının (idrakinin) uzunluğu ve derinliği kadardır, cümlesinin bir toplumu ne kadar anlattığı, yaşama biçimine döndüğü.

Biz "kültür" derken, ne bir süsten, ne bir etkinlikten, ne de sandıkiçi bir alandan söz ediyoruz. Bizim "kültür"den meramımız, başta demokrasi olmak üzere, değer ve olgulara dair bireysel-toplumsal nitelik; bu niteliğin yaşamsallık kazanması için gösterilen algı ve çaba, ortaya konacak ürünler ve davranışlardır. "Kültür" bir küldür, toplamdır. Doğa, tarih ve coğrafya, kültür açısından da boşluğu, loşluğu, savrulmayı kabul etmez. Bunu en iyi bilen “kültür emperyalizmi”nin mühendisleri ve onların tebelleş oldukları yerlerdeki işbirlikçileridir.

Tarlasından tohumu, sofrasından zeytini, sırtından urbası, kalbinden ruhu, beyninden bilinci, ağzından dili çalınırken, hayatta karşılığı olmayan saçma “aidiyetlerin” ve beklentilerin peşinde helak olan bireyler ve toplumlar, durmaya, çürümeye ve nihayet yok olmaya mahkumdur. Siz, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Temeli Kültürdür” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu sözü “laf ola beri gele” söylediğini mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz.
Biz "kültür" diye ses alıp ses vermeye çalışırken, topyekun bir "yaşam kültürü"nden, onun çağdışı bir geri düşüşe uğratılmasından, hayatın alanlarına gerici, tutucu ve antidemokratik bir kültür algısının egemen olmasından, bunun için her türlü araçla dayatmalara direnmekten söz ediyoruz. Kültür, “çakma akıl-takma zeka”yla, “ithal fikir- muğlak figür”lerle, gelgeç model ve rüzgara göre alınan tavırlarla oluşmaz, yerleşmez ve bir yaşama biçimine dönmez. Daha kaç deneyim ve hüsran gerekmektedir, bunları görebilmek için?
Bugün trajik olan, “yaşama kültürü”nün mahvedildiğini görememek, müsebbiplerine ayak uydurarak “itiraz” yaratıldığını sanmaktır. Onların diliyle konuşarak, verdiklerinden bir fazlasını vermeyi taahhüt ederek, bir topluma ve ülkeye biçilmeye çalışılan kisve yırtılamaz. Vaatler, projeler, tekliflerden söz etmekten, çok daha yakıcı ve yaşamsal bir sorundur bu. Vahim bir ihmaldir ve egemen kılınmaya çalışılan kültürün temsilcileri tarafından memnunlukla karşılanmaktadır. Önce kavramlarımızı temize çekmek, çalınmalarına izin vermemek zorundayız.
Yapılacak şey, onlara istedikleri alanlarda ve konularda laf yetiştirmek ve yarıştırmaktan çok, onları bu alana çekecek söylem ve öneriler üretmek, kitleleri bu bağlamda uyarmak ve uyandırmak olmalıdır. Gerisi laf-ü güzaftır.