İster benzetme, ister doğruca kitabın ortasından olsun, yaşadığımız günler, rayından çıkmış bir trenin, son hızla tepeden aşağıya sürüklenmesinden başka bir şey değil. Vagonlarının her biri, hayatın başka başka alanlarından ses veriyor. Çığlık atıyor demek daha doğrudur kuşkusuz.
Değil bir tekinin yaşanması, iması bile bir memleketi ve ahalisini ürpertecek kadar vahim olayların binini bir günde yaşıyoruz. Bu kadarı da olur mu demeye kalmadan, daha beteriyle baş başa kalıyoruz. Artık her şey olağan, her durum normal, her şirazesinden çıkmış kelam ve davranış makul olarak kabul ediliyor.
Artık hep birlikte, sekizinci sınıf bir bulvar gazetesinin üçüncü sayfasına sıkıştırılmış gibiyiz. Bin suç, günah, skandal, cinayet, akıl ve vicdan tutulması suçu boğazımıza kadar yaşıyor, faili, tanığı ya da kurbanı oluyor, ertesi günü kırklanıp hayata yeniden başlıyoruz.
İstikrarsızlaşmaya alışmak mıdır bu, cehaletin ve duyarsızlığın egemenliğini kabullenmek midir, yoksa paralize bir hayata teslim olup, tersine bir evrimle vahim bir geriye dönüşe uyum sağlamak mıdır?
Kuralsızlığın, kurnazlığın, bencilliğin, hukuksuzluğun ve bütün bunları çok doğalmış gibi savunup yaşamanın, bu bulamaca dönmüş rezilliğe itiraz edenleri halk düşmanı olarak ilan etmenin, yiğitliğin, “adamlığın” ancak böyle olunacağına inanmışlığın pervasızlığından söz ediyorum.
İçimizi karartma diyenleri işitir gibiyim. Ne yapalım canım kardeşim, Körfezdeki dalgın suya dair şarkılar yazıp şiirler mi döktürelim? Hatırat kâtibi gibi, maziye bir bakıver diye inciler mi dizelim? Hiçbir işe yaramayan, bir yaraya dokunmayan, mahalle yanarken fildişi tarak arayan tipler gibi, hayatı sanattan, sanatı hayattan kaçıran, üç beş görece başarıyla seksen yıl idare etmeyi sanat, bunlarla yaşamayı hayat sanan, birbirlerini koltukları sosyetelerinde saadet sürenlere mi benzeyelim?
Hayır, bunlara itiraz ediyoruz, edeceğiz. Neyi ne kadar yapıyoruz, yapacağız bilinmez. Ama hiç olmazsa, bir gün “Sen ne yaptın o günlerde?” diye sorarlarsa, çoluk çocuğun yüzüne bakacak yüzümüz, gösterecek işimiz gücümüz olsun.
Oysa bu yazıda Urladam’dan, dostların aldığı ödüllerden, sanat emekçilerinin haklarına dair yeni bir oluşumdan söz edecektim. Bir de Karşıyaka’da satışa çıkarılan mı, devredilen mi, ne olduğunu iyice anlayıp anlatacağım, iki kültür ve sanat merkezinin başına gelenler var değil mi? Günler torbaya girmedi, haftaya anlatırım.
Çünkü bugün şimdi, kahrolası ihanetlerin, cehaletin, beyinsizliğin, öngörüsüzlüğün cehennem ateşlerinde yanan o güzelim ormanlarda, on insanımız kavrularak öldü. O ormanlarda canlı cansız nice memleket güzelliği, bir daha dönmemecesine katledildi.
Yüreğim kadar, elim de ağırlaşıyor. Kusura bakılmasın, daha fazla yazamayacağım.