Çok sevdiğim bir söz var: Bir çocuğu büyütmek bütün köyün işidir. Fakat ya bütün köy sevgisiz, şefkatsiz kalmışsa… Ya bu köyde artık sevmek, sevilmek hatırlanmıyorsa…

Sevilmeyen çocuk çevresinde düşman kişiler görmeye alıştığı için, yetişkin yaşama ulaştığında insanların kendisine daima karşı olacakları düşüncesiyle haklarını savaşarak almayı yeğler, diyordu Adler. Sevgisiz büyütülen çocukların dehşetini yaşıyoruz dünya olarak. Oysa sevgi, şefkat, aşk kelimelerine ne kadar küçümseyerek bakmaya başladık öyle değil mi? Kalbi yumuşatan her şeyle aramızda uzun bir mesafe var nicedir.

İnsan ilişkilerinde duygusallığa yer vermeyerek kendilerini hayal kırıklığından koruduğunu düşünen, duygusal gereksinimlerinin üzerini örten kişilerin yaptığına duygusal yalıtım (emotionalinsulation) deniyor. Bu kişiler genellikle duygusal olmamayı güçlülük olarak yorumluyor. Güçlüyüm, benim kimseye ihtiyacım yok; diyen biri aslında çok yalnızım, diye haykırmaktadır. Çağımız yalnızların çağı. Herkes birbirine yabancı ama en çok da kendine…

Unutmayın yumuşak sertten güçlüdür aslında. Su, kayadan güçlü ve sevgi zorbalıktan güçlü... Dünyayı kurtaracak olan şey sevgidir. Sevilerek, anlaşılarak, olduğu haliyle kabullenilerek büyütülen çocuklar değiştirecek bu dünyayı. Sevgiyi zayıflık, aşkı zafiyet sayanlar değil... Yalnız olmakla yalnız kalmak farklı şeylerdir. Yalnızlık bir marifet değildir. Elbette kendine yeten bir birey olmak çok kıymetli, insanın kendine ait zamanları olmalı fakat sadece kendisi için var olmamalı bir insan. Bu zaten doğasına aykırı.

İnsan ilişkileri son günlerde ne kadar zorlaştı, birine onu sevdiğinizi söylemek hele… Günün birinde son yemeğini yiyip, son çiçeğini koklayıp, bir arkadaşına son kez sarılacaksın. Son kez olduğundan haberin olmayacak. O yüzden, sevdiğin her şeyi tutkuyla yapmalısın. Kalan yıllarının kıymetini bilmelisin. Çünkü devamı yok, diyordu sevdiğim bir filmde. Hırs ve kibir çıkmaz sokaktır dostlar, gerçek o yönde değil; ters yönde.

Peki ya kalbimizi yumuşatan, yüreğimizi genişleten şeyleri nasıl hatırlayacağız yeniden? Öylesine unuttuk ki bazı şeyleri; nasıl anımsayacağız? 

“Dünya bir oyun sahnesi, bizler de birer oyuncuyuz...” , demişti Shakespeare. Uzun zamandır hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, görünenleri görenin algı ve bilgisinin etkilediğinin farkındayız. Kuantum fiziğindeki gelişmeler gerçekle hayal arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu hepimize gösterdi.

Fakat yanıtlanması gereken asıl soru şu: Bu oyunda insana düşen görev nedir? Felsefenin de ilk sorularındandır biliyorsunuz bu: İnsan neden burada? Yeryüzünde inanan insanın görevi zalimin mazluma zulmünün önüne geçmek, ona uzanan eli tutmaktır. Bir gün şiddetin yanında bir gün karşısında olamazsınız, gerçek birdir... 

Bu sahneye çıktıysanız iki seçeneğiniz var: Ya zalimden yana ya mazlumdan yana olacaksınız. Unutmayın hiçbir şey yapmamak, seyirci kalmak da zalimden yana olmaktır aslında. 

Din, dil, ırk ayrımı yoktur. İyi ve kötü insanlar vardır, aydınlık ve karanlık gibi. Işığın tarafına koşmadıkça karanlıktan çıkamayacağız. Savaşların sonunu yalnızca ölüler görür, derler. Ölmeden önce ölünüz sözü tam da burada önemini gösteriyor. Evrenin sırlarına hiçbir dönem bu kadar yakın olmamıştı insanlık. Belki de bu yüzden sınavlar da daha zorlu hale geliyor. Bir şeyle yapmalıyız artık.  'Yarın yaparım deme, bugün de dünün yarınıydı, ne yapabildin?', diyen Mevlana’nın sözünü aklımızda tutalım. Elimizde olan tek şey, bugünümüz ne de olsa.