İnsanlarımız zamlardan, hayat pahalılığından kısacası yeniden hortlayan enflasyon canavarından o kadar yılmış durumda ki, bu başlığı atarken bile korktum. Ancak acı gerçeği bilmek, çözüme giden yolun ilk adımıdır.

Tarımda kendi kendine yeten 7 ülkeden biri’ olmaktan bugünlere nasıl geldik? Bunu sorgulamadan doğru bir tarım analizi yapabileceğimizi sanmıyorum.

Öncelikle şu tespiti yapalım; ülkemizin tarım topraklarının tümü ekilip biçildiği halde mi bugün bu gıda yoksulluğunu yaşıyoruz? Hayır!

Milyonlarca işsizimizin olduğu, dünyada gıda fiyatlarının değerli madenlerle yarıştığı bir dönemde ülkemizin verimli tarım topraklarının önemli bir kısmı tarımsal üretim için kullanılmıyor. İmara açılan, sanayi tesisleri tarafından kıyılan tarım topraklarını ise saymıyorum bile…

Dahası var; ne oldu bizim arazi toplulaştırma projelerimiz? Yol alabildik mi bu konuda? Miras girdabında her geçen gün parçalanıp, bölünerek birer cep mendili boyutuna inen tarlalarımızı koruyabildik mi? Ya da birer cep mendili boyutundaki tarlalarda verimli ve sürdürülebilir tarım yapmak mümkün mü? Hadi geçiyorum bunu…

Başka bir soru; hani tarım ülkesiyiz ya, kendi gübresini üretemeyen bir ülke tarım ülkesi olabilir mi? Düz mantıkçılar hemen diyecekler ki gübrenin hammaddesi bizde mi?

Biliyorum, bizde değil ama bunca yıldır neden buna çözüm üretemedik. Bugün kimyasal gübrelerden çok daha faydalı olan ve kimyasal içeriği çok düşük oranda kalan organomineral gübrede neden yol alamadık, neden gübredeki dışa bağımlılığın bu kadar yüksek seyretmesine seyirci kaldık?

Hadi gübrenin hammaddesi bizde değil diyerek ben de pes etmiş görüneyim. Peki bu ülke kendi yemini üretebiliyor mu? Saman ithal ediyor muyuz? Evet! Balık yemi ithal ediyor muyuz? Evet! Tavuk yemi ithal ediyor muyuz? Evet!

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Tarım yapan bir ülkenin tohumda dışa bağımlılığı kabul edilebilir mi? Hayır!

Başka ne yapıyoruz peki?

Anayasal hakkı olmasına rağmen her yıl milli hasılanın yüzde biri oranında tarıma, üreticiye doğrudan destek verebiliyor muyuz? Eh veriyoruz… Peki nasıl? Çok geriden gelerek ve verebildiğimizi de tarımsal sezon kavramını dikkate almayarak veriyoruz.

Bu parayı çiftçinin tohum alması gereken, ekim yapması gereken, gübre alması gereken dönemde hesabına yatıramıyoruz. Sonra ne oluyor? Çiftçi, tefecinin kibarı olan aracıların, simsarların, komisyoncuların, halcilerin eline düşüyor. Ya da en iyi ihtimalle büyük şirketlerin verdikleri avanslar nedeniyle, düşük rakamlardan mecburen sözleşmeli üretici oluyor.

Mekanizasyon konusuna gireyim desem; cep boyutundaki tarlalara, fiyatları bir milyonu bulan traktör ve tarımsal makinaları alıp sokmak mümkün mü? Mümkünse de mantıklı ve sürdürülebilir mi?

Ülkemizin aynı zamanda yaşları geçmiş traktör çöplüğüne dönüştüğünü duymayanınız kalmamıştır diye düşünüyorum.

Peki üretim planlaması? Bunu duyan var mı? Her yaz, kamyon kamyon salatalığı, domatesi veya soğanı, patatesi derelere döken çiftçi görüntüleri gözünüzün önüne geliyor değil mi?

Taa Afrika’dan gelen ithal muzun, 40-50 kilometre ötemizde yetişen domatesten daha ucuza satılabildiği günleri de gördük ya ne diyeyim! Neresinden bakarsanız bir tutarsızlık var.

Bunlar neden oluyor, biraz düşünelim mi?

Gıda üretimine, tarıma, çiftçiye ve bunlarla birlikte ülkenin geleceğine de çökmüş devasa sermayeleri ile hepimizin geleceği ile oynayan kartelleri, stokçuları konuşabiliyor muyuz? Konuşsak da bu kenelerden kurtulabiliyor muyuz, çözüm veya tedavi geliştirebiliyor muyuz?

Peki, verimli tarım arazilerini imar rantçılarının elinden alabiliyor muyuz?

Ya da 190 milyon adetle dünyanın en büyük zeytin ağacı varlığına karşılık, bir İtalya veya İspanya olabiliyor muyuz?

Mısırı ithal et, buğdayı ithal et, eti ithal et, yemi ithal et, gübreyi ithal et, bakliyatı ithal et, yağı ithal et…. Nereye kadar?

Gençlerin tarımdan kopuşunu, uzaklaşmasını önleyecek bir çözüm geliştirme; bunca yanlışı yap sonra çıkıp de ki, ne oluyor? Biz tarımda neyi yanlış yaptık, diye sorguluyormuş gibi yap!

Valla bilmem paşam, demek olmuş bazı ufak tefek kusurlarımız!

Tarım yazılarıma neden böyle bir girişle başladım biliyor musunuz?

Ülke olarak en az milli savunma kadar kritik bir sektör olmasına rağmen, tarım ve gıda güvenliğini hala anlayabilmiş değiliz. Hala bahane üstüne bahane üretiyoruz. Hala, siyasi bir polemik malzemesi olarak, iştahla, ağzımızı doldura doldura ‘tarım’, ‘çiftçi’, ‘üretici’, ‘köylü’ diyoruz da başka bir şey yapmıyoruz…

Büyük Atatürk’ün ‘Köylü milletin efendisidir’ sözünü anlamak için ise sanırım daha çok fırın ekmek yememiz gerekecek.

Şimdi yazımın başlığına dönüyorum ve diyorum ki, gıda krizinde henüz dibi görmedik. Gübre kullanamayan, mazot alamayan, katlanarak artan bunca maliyete karşın verimli bir üretimin gereklerini yerine getiremeyen çiftçinin, sezon sonunda hasatta yüzü düşerse, bize de daha ağlayacak çok günler görünecek demektir.