İzmir, kültür etkinlikleri bakımından kasım ayını ve aralık ayına başlangıcı birbirinden güzel etkinliklerle taçlandırdı. Pandemi nedeniyle her yerde olduğu gibi İzmir’de de sosyal ve kültürel hayat durağanlaşmış; kent insanı sinemaya, tiyatroya, konsere, sempozyumlara, operaya v.b. etkinliklere hasret kalmıştı. Kasım ayı sonunda düzenlenen İzmir Kısa Film Festivali ve geçtiğimiz hafta yapılan Yaşar Kemal İle Binbir Çiçekli Bahçeden Sempozyumu ve ardından da Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakfı’nın (TAKSAV) düzenlediği 10. İzmir Tiyatro Festivali açılışı kentin kültürel hayatına canlılık getirdi.

Kültürel hayatın samimi ve yerel bir üslupla yaşandığı şehirleri seviyorum. Bir konferansta, sempozyumda, tiyatroda, sinemada, operada, konserde v.b. etkinliklerde, hiç tanışmayan, bir süre sonra birbirleriyle sözleşmediği halde o etkinliğe sözleşmiş de gelmiş gibi bir topluluğun zaman içinde evrile evrile, çoğala çoğala kemikleşmesini çok seviyorum.

Bir kentin sanat hayatına dahil olup, belli bir düzende etkinliklere katıldığınızda, bir süre sonra karşılaştığınız insanlar; yüzler, sesler, kokular tanıdık gelmeye başlıyor. Denk gelişler, tanışmalar, sohbetler, ‘ya sen geçen ki oyunda yoktun bir sorun yok değil mi?’ diye meraklanmalar gibi durumlar oluyor…

Bir Ankaralı olarak şunu demeliyim ki; başkentin sonbahar ve kış ayları itibariyle etkili olan puslu, gri havasında sıcacık evinden çıkıp ya da yorucu iş saatleri sonunda mesai bitince tiyatroya, sinemaya, konsere ve daha nice kültürel alana doğru akın akın giden insanlarını hep çok severdim…

İzmir’in kültürel hayatını da Ankara’ya çok benzetirim bu yüzden… Aynı yerellik –yerellikten kastım samimiyet- burada da var. Aynı mekanlara giden, etkinliklere katılan insanların kemikleşmesi gibi bir özellik İzmir’de de var. Ama benzeşmeyen yönleri de yok değil…

***

Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde 2-3 Aralık’ta çiçekler açtı, çünkü merkez “Yaşar Kemal ile Binbir Çiçekli Bahçede” adlı sempozyuma ev sahipliği yaptı. Programa bakınca, çok heyecanla gittim. Yaşar Kemal’i onu tanıyan, onunla çalışan, onunla aynı havayı soluyan insanlardan dinlemek için sabırsızlandım.

Büyük Usta’nın eşi Ayşe Semiha Baban Gökçeli ile tanışmak sanki Yaşar Kemal’e ‘merhaba’demek gibiydi… Baban ile kısa bir sohbetimiz oldu. Kendisine bu sempozyumların devam edip etmeyeceğini sordum. “İzmir Büyükşehir Belediyesi cesur gibi bir belediye olur da bizi davet ederse tabi ki devam eder” yanıtını aldım.

Büyük Usta Yaşar Kemal’in gelecek kuşaklara aktarımı konusunda yapılan çalışmalar hakkında da bilgi aldım kendisinden. Yaşar Kemal Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Gökçeli Aralık’ın 17’sinde İstanbul Sarıyer’de ve 22 Aralık’ta da Adana’da liseli gençlerle buluşacaklarını, Yaşar Kemal’in seçilen bir eserinden hareketle gençlerin görsel olarak Büyük Usta’yı ortaya koyacakları atölye çalışmalarına başlayacaklarının müjdesini verdi.

***

İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Yaşar Kemal Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirilen sempozyuma geri dönersem… Bu tip sempozyumların ilk günleri genelde bir protokol havası içerisinde geçiyor, o ağır hava ikinci gün dağılıyor.

Nitekim bu da öyle olacaktı ama sempozyumun ilk günü bir katılımcının Yaşar Kemal ile ilgili söylediği bazı cümleler ile bir hareketlilik yaşandı. Sempozyumun ikinci gününe katılamadım. Ama buna rağmen ilk günkü yaşananların ikinci güne taşındığını işittim. İkinci günkü konuşmacıların da önceki güne atıfta bulunduklarını duydum.

Ne oldu diye soranları duyar gibiyim, anlatacağım ama önce sempozyumun ilk günkü ön oturum konuğu Türk Sineması’nın Sultan’ı Türkan Şoray’dan bahsetmek istiyorum.

***

Bazı sanatçılara hayransınızdır, ama onu canlı canlı görünce hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Sinema perdesindeki ya da ekrandaki büyüsü kayboluverir birden…

Ama Türkan Şoray her hali ile hanımefendi. Oturuşu kalkışı, karakteri, mütevazılığı…

Şoray sempozyumda “Yaşar Kemal: Anılarımın En Güzel yerindedir” başlıklı bir konuşma gerçekleştirdi. Yeşilçam’ı aşan en önemli işi, mesleki kariyerine önemli katkı sunan, Yaşar Kemal’in kitabı Yılanı Öldürseler filminde oyuncu olarak yer alacakken birden bire filmin yönetmen koltuğuna oturma hikayesini anlattı. Ama ne bir böbürlenme ne de bir kibir vardı sözlerinde, halinde, tavrında… O kadar mütevazı, naif ve samimi… Yaşar Kemal ile tanışmış olmanın ne demek olduğunu en içten aktaran konuk kesinlikle Türkan Şoray’dı…

Türkan Şoray’ın sempozyumda karşılkaştığı bir olaya da değinmeden geçemeyeceğim. Ön oturum sona erdiğinde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, katılımcılara plaket takdim ederken fotoğraf çekimi sırasında biri, coşkuyla Şoray’a sesini duyurdu.

O kişi, “Yolda gelirken İzmir’in bütün güzel çiçekleri İzmir’de demiştiniz” sözleriyle Şoray’la program öncesi aynı ortamda bulunmuşluğuna vurgu yapan, bundan aldığı cesaretle de İzmir Marşı’nı söylemesini istediğini vurgulayan coşkulu bir davette bulundu. “Haydi söyle!!!” dedi kısacası…

Türkan Şoray’ın bu duruma hazırlıksız yakalandığı belliydi. O kibar ve kırılgan sesiyle birden bire ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar, yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa’ şarkısını söylemeye başladı.

Türkan Şoray gibi naif ve mütevazı büyük bir sanatçıya programda olmayan, bu emrivakinin yapılması hiç yakışık almadı düşüncesindeyim…



 

Behramoğlu yanlış mı anlaşıldı?

Evet gelelim Yaşar Kemal’in sevgili eşi ve Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Ayşe Semiha Baban Gökçeli’nin gerçekleştirdiği açılış oturumunda meydana gelen asıl meseleye… Sempozyuma gölge düşüren olaya…

Konuk Şair ve Yazar Ataol Behramoğlu, ‘Bu Aşk Burada Biter’ efsanevi şiirinin yazarı, ‘Benim Yaşar Kemal’im’ başlıklı konuşmasında; açıktan değil ama örtülülü örtülü birşeyler söyleyerek, Yaşar Kemal’in 1980 sonrasında kaybolduğunu, 1960-1970’lerdeki gibi olmadığını, İsveç’e gitmesini eleştirdi. Bu beklenmedik çıkış, Semiha Hanım’ın çok hoşuna gitmedi gibi yansıdı salona, ama nezaketen bir şey söylemediğini düşünüyorum…

Yaşar Kemal’e neden kızmıştı Behramoğlu? Yazılı olarak elimize aldığımız konuşmasına genel olarak bağlı kalmıştı ama bültende olmayan bu birikmişliği söylemeden de edememişti.

Sanırım Ataol Behramoğlu, Yaşar Kemal’in 1980 darbesi sonrasında kürt sorunu, kürt meselesine yaklaşımındaki tavrını daha da netleştirmesi yüzünden bu sözleri ediyor diye düşündüm.

Kürt Yazar Yaşar Kemal Türkiye’nin gururu, yazarlığı ile dünyaya kendisini ispat etmiş önemli bir değerdir. Onun derdi ezilenlerledir. Ezilen halklarladır. O bir hak savunucusudur. Binbir Çiçekli Bahçesi de buna işaret eder.

Sempozyuma geri dönersek… Sempozyumun bir diğer diğer oturumu -beni en çok heyecanlandıran- “GazeteciYaşar Kemal” başlıklı bölüm başlayacaktı.


 

Bu söyleşinin Moderatörü Gazeteci-Yazar Umur Talu idi. Talu “Basınköy’den Yaşar Abim” başlıklı konuşmasında 7-8 yaşında Yaşar Kemal’i tanıdığı ile ilgili hikayesine başladı, söyleyeceklerini söyledi. Ve sözü diğer konuşmacılara vermeden, ‘Yaşar Abisi’ne bir önceki oturumda yöneltilen eleştiriye cevap vermeden geçemedi.

Umur Talu şunları söyledi: “Ön oturumda, ‘1960-1970’lerdeki Yaşar Kemal, 1980’lerden sonra kayboldu’ sözlerini işitmek irkilmeme neden oldu. Yaşar Kemal asla kaybolmaz, kaybolmadı da. Ancak bazılarının menzilinden çıkmış ya da bazıları onun menzilinden çıkmış olabilir. Yaşar Kemal’i seviyorsak böyle sevmeliyiz. İnsanları ayırarak Yaşar Kemal’i sevemeyiz.” Gazeteci Talu, bu çıkışı ile Büyük Usta’ya sorumluluğunu yerine getirdi diye düşünüyorum.

Sonra oturumun diğer konuşmacıları da konuşmalarını gerçekleştirdi. Oturum kapanışında seyirciler arasında bulunan Şair Behramoğlu söz alarak, Umur Talu’ya “Birilerinin menzilinden çıkılma sözünü ben anlayamadım. O heralde ben değilim.Binbir Çiçekli Bahçelerle’ falan bir alakası yok benim söylediğimin. Yaşar Abi 1960-70’lerdeki gibi değidi. 1980’lerden sonra halkın arasına çok katılmaz olmuştu. Onu kast ettim” dedi.

***

Adı ‘Yaşar Kemal ile Binbir Çiçekli Bahçede’ olan bir sempozyumda ilk güne, Türkan Şoray’a emrivaki yapılarak İzmir Marşı söylettirilmesi ve Ataol Behramoğlu’nun ‘Ben Yaşar Kemal’in Binbir Çiçekli Bahçesine falan bir şey demek istememiştim’ demesi damga vurdu.

Yaşar Kemal’in Binbir Çiçekli Bahçesi:“Dünya binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her çiçeğin bir rengi, bir kokusu vardır. İnsanlık, her kültürün üstüne titremelidir. Binlerce kültür çiçeğinden birini koparırsak, insanlık bir kokudan, bir renkten yoksun kalır” cümlelerini içerir.

Yazımın başında yerellikten bahsetmiştim.

İzmir’i kültürel ve sosyal yerel tavır olarak Ankara’dan ayıran en önemli özellik sanırım bu milliyetçi halleri.

Yaşar Kemal Sempozyumu’nda bir takım milliyetçi kodlar planlanarak değil tabi ki, içgüdüsel olarak harekete geçti; kendini hissettirdi. Demokratik, özgürlükçü havayı ne yazık ki bozdu. Duyumlarıma göre ilk gün yaşananlar sempozyumun ikinci günündeki beşinci oturumun konuşmacısı PEN Türkiye Yazarlar Derneği Diyarbakır temsilcisi, Bianet Yazarı Şeyhmus Diken tarafından da dile getirilmiş. Diken, yaşanan moral bozukluğunu dağıtan bir nitelikte bir konuşma gerçekleştirmiş.

***

Yazıma son verirken “iyi ki İzmir bu sempozyuma ev sahipliği yaptı” diyerek teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Ve sempozyumun ilk gününden aklımda kalan en güzel cümleyi aktarmak istiyorum… Türkan Şoray konuşmasında, Yaşar Kemal’in Yılanı Ölürseler’i izledikten sonra Şoray’a, “Vay be ne güzel film çekmişsin” dediğini, onunla bu hayatta, aynı ortamda olmanın, aynı havayı solumanın harika bir his olduğunu söyledi…

Şoray’ın cümlesi, Yaşar Kemal ile ilgili salt bu aktarımı bile, hayatta olmayan ve cevap hakkı olmayan bu dev yazarın nasıl anılması gerektiğinin en güzel ve doğru örneğiydi…