Ayfer Turç, 1989'da yayımlanan ilk kitabından bu yana geçen yaklaşık otuz altı yıl içinde öykü, roman, anlatı, yaşantı, inceleme gibi farklı konularda birçok esere imza attı. Bu türlerin yanı sıra Tunç'un TRT için yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu 2002’de, Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarladığı 72. Koğuş adlı senaryosu ise 2010’da filme çekildi.Yazar, verimli, özenli ve etkili edebiyat emekçiliği, bazıları Türkiye ölçeğinde önemli satış rakamlarına ulaşan eserleriyle edebiyatımıza önemli katkı sundu.
Geçen günlerde okuruyla buluşan Annemin Uyurgezer Geceleri ise Ayfer Tunç'un Kapak Kızı (1992), Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (2009), Yeşil Peri Gecesi (2010), Dünya Ağrısı (2014), Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura (2018), Osman (2020) ve Kuru Kız'dan (2023) sonraki sekizinci romanı oldu.
Ayfer Tunç'un yeni romanı Annemin Uyurgezer Geceleri üç farklı dönemde yetişmiş bir anneanne ile kızı ve torunu üzerinden hüzünden payını bolca almış, uzun soluklu bir öykü anlatıyor. Farklı kuşakları ve dönemlerin romanı, birçok yan öykü de barındırıyor. Dünyanın derdini çektikçe kalbi katılaşan bir anneanne, onun acıları uyurgezerlik limanına demir atmış kızı ile unutma yetisini yitiren ve yılların zehirlerini içine akıtmaktan geri durmayan torunun öyküsü, Tunç'un yazı serüvenine parıltılı bir huzme düşürüyor.
KISA BİR CUMHURİYET TARİHİ
Romanın bahtsız Esme'yi de dahi edersek dört kadın üzerinden bir genetik miras gibi anneden kıza geçen acı, yokluk, ruhsal, toplumsal ve ekonomik sıkıntıları işleyen katmanlı hikayeleri ve kurgusal kudretiyle göz dolduruyor.
Annemin Uyurgezer Geceleri'nin konusa gelince...
On üç yaşındayken kendisinden elli küsur yaş büyük Yanyalı Mahmut Avni Paşa’yla beşinci karısı olarak evlendirilen güzelliğiyle nam salmış Esme, bir yıla varmadan kızı Hatice'yi doğurur. Paşa baba, Hatice altı yaşındayken ölünce Esme ile çocuğu kapının önüne konur. Anne ile kızının kaderini, çaresizlikten sığındıkları kimi yoksul, kimi hem yoksul hem hayırsız erkekler belirler. Hatice sekiz yaşındayken Mübadele ile İstanbul'a gelirler. Kırk beş yaşında canına kıyana kadar yokluğu ve acıları kızıyla birlikte paylaşır.
Benzer sıkıntılar, Cumhuriyet'ten ve bir memur ile evlendikten sonra Hatice Şehbal Targut adını alacak olan anne ile kızı Ayhan Hanım'ın döneminde de devam eder. Tam bir Cumhuriyet kadını olarak yetişen Ayhan Hanım, annesinin ve kendisinin geçimini sağlarken başlarda zorlansa da genç yaşta vefat eden kardeşinin gönlü zengin kız kardeşi Nevin Hanımın destekleri sayesinde kızı Şehnaz'ı varlık içinde büyütür. Ancak Ayhan Hanım, annesiyle yaşadığı çatışmaların bir benzerini kızı Şehnaz ile yaşayacaktır.
Romanın anlatıcısı da olan ana kahramanı Şehnaz Hanım, iyi eğitim almış, akademik dünyaya kendisini kabul ettirmiş bir ekonomi profesörü olarak, öyle bir kadından beklenmeyeni yapar ve otuz yıl boyunca çıkamayacağı aşk kafesine hapsolur. Gönlünü kaptırdığı ünlü profesör E. eşini asla bırakmayacağını her fırsatta tekrarlasa da bu 'zorlu' aşkın boyunduruğundan kurtulamayınca kendisine şu soruyu sorar:
"Annemin annesinden nefret etmesi gibi ben de annemden nefret mi ediyorum, bu yüzden mi E.'den kopamıyorum..."
Bir de E.'nin karısı Eyşan vardır Şehnaz'ın hayatında sarsıntılar yaratan. Kimi zaman kıskanır Eyşan'ı, kimi zaman ölesiye nefret eder, kimi zaman ona karşı suçluluk hisseder.
Bir yandan bu başkasının erkeğine duyulan aşkın külfetini omuzlamışken unutma yetisini kaybetmesi ile Şehnaz'ın hayatı tamamen şirazesinden çıkar. Şehnaz'ın yaşantısı eni konu "siyah mermerden kaskatı bir levha"ya dönmüştür. Şehnaz 'metres' olmanın yükünü yıllarca bir dargın bir barışık taşır. Öte yandan annesiyle yaşadığı iktidar kavgası annesinin uyurgezerliğiyle yön değiştirir. Çünkü annesi, hayatında deprem etkisi yaratacak sırları gizlemektedir.
Tüm bu unutamamaklar ve uyurgezerlik seansları, anne kızın hayatında örtülü kalmış sayısız zehirli hatırayı da su yüzüne çıkaracaktır.
Şehnaz, yaşadıklarını ve kendisinden önce yaşananların muhasebesini, romanın mottosunu ilan edercesine şöyle özetleyecektir:
"Geçmişime, geleceğime, hayatımın bütün zamanlarına bakıyorum ve zamanın bir erozyon olduğunu düşünüyorum. Zaman üstümüzden geçiyor, bizi ve her şeyi incecik rendeliyor, her şeyi toza dönüştürüyor.
Ayfer Tunç, her romanında, hem sadık okurlarında hem de edebiyat ortamımızda büyük bir heyecan dalgası yaratmayı başarıyor. Ortaya çıkan ürün de bu heyecanın hakkını ve karşılığını vermekte zorlanmıyor.
Annemin Uyurgezer Geceleri / Ayfer Tunç / Can Yayınları

Ölüm korkusu ve inanç nasıl siyasallaştı
İnsanın kolunu kanadını kıran şey, bir gün ölüp gideceğini biliyor olması. İnsan uygarlığının bütün serüveni bütün tantanasıyla bu korkunun önünde ve ardında gizli. Bu korkunun üzerine inanç dağları inşa etmek ve çoğunluğundan daha akıllı olanların da bu zaafiyeti kurup korkuyu bir uysallaştırma, uyumlandırma, itatkar kılma. sömürüye uygun hale getirme yöntemi olarak kullanması.
Arkeolojiyi teoloji, tarih, sanat, antropoloji, gastronomi ve mitoloji gibi farklı disiplinlerle ele alan eserleriyle tanınan arkeolog, akademisyen ve yazar İsmail Gezgin, yeni kitabı Kharon'un Kayığı'nda okurlarını Yunan mitolojisinin Hades bataklığına indiriyor.
Gezgin, ölümün bulanık ve hüzünlü sınırlarında dolaşan, bir yandan da ölüm duygusunun insan hayatına, başka insanlar tarafından nasıl bir sömürü aracı haline getirilebileceğini hatırlatan kitabının hemen başında şu tespitte bulunuyor:
"Arkeolojik izler bir metin gibi okunup yorumlanabilir!"
İsmail Gezgin'in şu tespiti de ayrıca önemli:
"İnsan en başından (milyonlarca yıl öncesinden) itibaren ölüme kadar sıra dışı davranışlar geliştirmişti. İlkin bir yas eylemi gibi başlayan ölü bedenlerin toprağa gönülmesi, ölenlerin aynı alana defnedilmesi, bedenin parçalara ayrılması ve mezar hediyeleri gibi uygulamalar zaman içerisinde bir inanca ve ritüele dönüştü... "
Gezgin'in "Sevgili Okur" başlığıyla kaleme aldığı sunuşun devamındaki şu tespitler de:
"Başlangıçta küçük bir gruba sonsuz yaşam sunan, ödül ve ceza gibi içerikler taşımayan öteki dünya inancı, zaman içinde politikleşti ve insan yaşamını dinselleştirip iktidarın hizmetine girdi..."
"...ölüm sonrasında sonsuz bir yaşam düşüyle başlayan inanç, antikçağlardan itibaren ayrıcalıklı sınıf aracılığıyla bir yasaya dönüştürülerek dünyayı cehenneme çevirdi."
İnsanın ölüme karşı geliştirdiği davranış biçimlerini, yarattığı uygarlık duraklarını izlemek, onun zamanla bu duygu (korku, şaşkınlık, merak ve yılgınlık içeren duygu) vasıtasıyla nasıl köleleştirildiğini, hayatının nasıl gaspedildiğini de görmek anlamına geliyor.
Bazıları engin bilgisiyle göz kamaştırırlar. Ancak o hazineyi tasnif edip biz fanilerin gelgeç ilgisine tutuşturmasını bilmek, kısır ilgimize farklı alanların deneyim ve bilgilerini uygun bağlamlarla eklemlemek!.. İşte bu maharet ister. Prof. Dr. İsmail Gezgin, duruşu, düşünceleri ve eserleriyle tam böyle biri. Yanımızdan yöremizden hiç eksik olmasın!
Kharon'un Kayığı / İsmail Gezgin / Pinhan Yayıncılık

Sokakların Ölümü
Yaşadığımız ve anılarımızın sindiği çevre... özellikle sokaklar sadece hayatın doğal akışı içinde zaman, deprem ve sel gibi doğal afetlerle değil insan eliyle yok ediliyor. Hırs, tamah ve irili ufaklı kibrimizle.
Gürsel Korat, kitabının "Ön Konuşma"sında kullandığı iki eski fotoğrafın bu çalışmanın hareket noktasını oluşturduğunu söylüyor. Fotoğraflarda ilki Yozgat'ın Çandır İlçesi'nin 1950 yılındaki halini gösteren bir kare. O kareden geriye sadece bir minare kaldığını, gerisinin toplu yıkımlara kurban gittiğini vurguluyor yazar. İkincisi de Korat'ın babasının 1947'de Antakya'da çektirdiği asker üniformasıyla siyah beyaz bir karesi. Gürsel Korat, o fotoğrafta çoktan göçüp gitmiş insanların, sokaklarda çekilen sayısız hatıra fotoğrafının ve yitip gitmiş ortak geçmişimize dair anıların izleri olduğunu ifade ediyor. Çoğu kez, kendi elimizle yok ettiğimiz çevreyle birlikte yok olan anıların izleri!..
Zaman, çevre, mekan ve zamana düşürülen hayatların izlerine dair insanın içini burkan bir okumalık.
Sokakların Ölümü / Gürsel Korat / Everest Yayınları

Yeni Dünya İncili
Antiller'deki eski Fransız sömürgesi Guadeloupe'un dünyaya sunduğu romancı, eleştirmen ve oyun yazarı Maryse Condé daha çok Ségou adlı romanıyla tanınır. Onun bu romanındaki “Ölüm tuhaf şeydir, kaçınılmaz olmasına ve hepimizin yoluna çıkmasına rağmen gerçekleştiği her sefer insanı şaşırtır” ifadesi, romanın seyrine dair bir ipucu veriyor. Condé'nin, mitle gerçeği harmanlayarak bizi inançların, kimliğin, hikâyelerin etkisi üzerine derin yolculuğa çıkaran, iki yıl önce de Uluslararası Booker Ödülü Kısa Listesi'nde yer alan Yeni Dünya İncili adlı romanının konusu şöyle...
Bir Paskalya günü, küçük bir kasabada bir mucize gerçekleşir. Ballandra ailesinin dualarına Tanrı uzun zaman sonra cevap vermiş gibidir: Küçük bir ahırda doğan, esmer teni ve deniz gibi gri-yeşil gözleriyle büyüleyici güzellikte bir çocuk. Bir İncil sahnesini andıran bu görüntü kasabada sonunu alamadıkları söylentilere yol açar. Pascal adını verdikleri bu çocuğun babası Tanrı mıdır yoksa?
Yeni Dünya İncili / Maryse Condé / Bilgi Yayınevi

İnsan arzular, uygarlık çatışır
İnsan hayatı boyunca özgürlüğü istiyor ve her defasında sınırlarını zorlayarak bu alanı genişletmek istiyor. Uygarlık da bu arzu karşısına kendi kural ve teamülleriyle karşı bir direnç uyguluyor. Buna bir tür birey - uygarlık çatışması da diyebiliriz. Çevirmenin önsözünde sadeleştirerek kulandığı üzere birey - toplum çatışması da denilebilir. Bu konuya son noktayı Psikoanalitik Kuramın kurucusu Sigmund Freud nasıl koyuyor, ona kulak verelim:
"Tam da bu açıdan belki de şu anki dönem özel bir ilgiyi hak ediyor. İnsanlar doğaya hükmetmeyi o kadar ileri götürdüler ki bu egemen olma halinin yardımıyla birbirlerini yaşayan son insana değin yok etmek kolaylaştı. İnsanlar şu anki huzursuzluklarının, mutsuzluklarının ve endişeli ruh hallerinin büyük bir kısmının bu yüzden olduğunu biliyorlar..."
Uygarlığın Huzursuzluğu / Sigmund Freud / Sel Yayıncılık