“Balon satıcısının elindeki balonlardan üçü kurtulmuş, oradaki bir ağaca takılmıştı. Adam, “Kurtar balonlarımı, biri senin olsun' dedi. Ben garip, güç bela ağaca çıktım...”
Muzaffer Ağabey, (İzgü, 29 Ekim 1933, Adana) ile iş ilişkimiz, onun Aydın'da ortaokul Türkçe öğretmenliği yaptığı yıllara (1957-1978) denk düşer.
Ben liseyi Aydın'da okuduğum için, Hüraydın Gazetesi'nde, bir süre sonra Akbaba Dergisi'nde çıkan yazılarından tanıyordum. Öyle sihirli kalemi ve üretkenliği vardı ki hemen herkes onu, “Yeni bir Aziz Nesin geliyor” diye övüyordu.
TRT, benim görev yaptığım yıllarda da (1966-1980) kendine özgü ve özerk bir kurumdu.
Bir dinsel bayrama bir hafta- 10 gün kala, “Bu bayram programlarını İzmir Radyosu hazırlayacak” diye talimat geldiği olurdu.
- Aman etmeyin, eylemeyin: Koskoca dört gün bu; 24'er saatten, varın siz düşünün!
Gelgelelim, düşünen biz olurduk, çaresiz.
Aslan Alp, Oktay Berk, Bülent Özveren, Batu İşmen, Güngör Tekçe ve ben toplanır, fazla düşünmeden yolunu bulurduk:
- Muzaffer İzgü'ye başvurmak!
Öyle de yapardık. “Şanı büyük” Muzaffer ağabey, bizi mahcup etmez, dört günlük program akışını ertesi gün bize ulaştırırdı.
Kurtarıcıydı, can kurtaran adamdı Muzaffer ağabey.
Yazımın başına alıntıladığım baloncunun üç balonunu, canını tehlikeye atarak ağaca çıkıp kurtarmıştı.
- Peki sonra, diyeceksiniz.
Sonrasını kestirmeniz lazım.
O kör olası baloncu, söz verdiği balonu çocuk Muzaffer'e vermediği gibi azarlamış -ve galiba- bir de tokat patlatmıştı masuma.
Yaşamı çileli başlamış ve öylece sürüp gitmişti. Babası öldüğü gün sahneye çıkmaz zorunda olan komedi sanatçısı gibi, içinin kan ağladığı zamanlarda bile, okurlarını -düşündürerek- güldüren öyküler, oyunlar, romanlar yazmıştı.
Konularını genellikle orta halli insanların yaşamından devşirirdi. Yakından tanığım; Aydın, İzmir pazarlarında ıspanak, pırasa vb. alır gibi, esnafla halkın konuşmalarından sözler, olaylar toplardı. Bir gün, Hatay pazarında bir satıcının, elindeki terlikleri “Rahmetli Kung Fu da bunlardan giyerdi” diye satış yaptığını gözleriyle görmüş, kulaklarıyla duymuştu.
Ama hep böylesine eğlenceli olaylar değildi yaşayıp tanık olduğu. Çok ses getiren kitaplarından “Kaymakamın Karısı/ Kasabanın Yarısı” romanının yayınlandığı günlerdi. Ağabey, Hüseyin Yurttaş ve Hidayet Karakuş ile birlikte, Ege ilçelerinden birinde kitap imza gününde idiler. Kuyrukta kitap imzalatmak için sıra bekleyen onca insan varken, imza mahallini zaptiyeler (!) bastı: Muzaffer İzgü'yü derdest etmeye gelmişlerdi.
- Buyruğu veren kim?
Tahmin etmişsinizdir canım... “(Kasabanın Yarısı olan kadın!)
Halikarnas Balıkçısı gibi İzgü'nün kitapları da, “yazar, şair kaşifi” Attila İlhan ağabeyin yönettiği Bilgi Yayınevi'nce yayınlanıyordu. İkimiz de İzmir'de yaşadığımız halde, Ankara'da, Bilgi Yayınevi'nde Ahmet Tevfik Küflü'nün ya da Attila ağabeyin odasında görüşürdük. Ahmet ağabey de, Attila ağabey de:
- Şadan gelmiş, demek ki İzmir gelmiş, şiir gelmiş. Patlat bakalım bir şiir de Ankara'nın sisi gitsin, kulaklarımızın pası silinsin.
Onlar isteyecek de Şadan okumayacak! Var mı böyle bir şey:
“Güzelyalı'dan bir okaliptüs
Bir palmiyeye vurulmuş Karşıyaka'dan
Gelgelelim arada koskoca deniz
Ah palmiye ah okaliptüs”
(Erdoğan Çokduru)
İnanılmaz derecede sevecen, duyarlı insan, vefalı bir dosttu Muzaffer ağabey. Şahsen benim bir kitabım yayınlandığında, bir ödül kazandığımda mutlaka beni arar, kutlardı. Onun bu inceliği, “ölmeye yattığı” hastane odasında, kendisini ziyarete gelenlere güler yüz göstermesinden, onlarla fotoğraf çektirmesinden de belli değil mi?
Yaşamın amacı, bu dünyada hoş bir seda, kalıcı bir iz bırakmak ise Muzaffer ağabey bunun en güzelini başardı.
Unutulur mu: “Zıkkımın Kökü”, “Halo Dayı”, “Gecekondu”, “Üç Halka Yirmi Beş”, “İçimde Çiçekler Açınca”, “Reçetesi Peçete”, “Öykülerden Oyunlar” ve üst üste yığınca kendi boyunu aşan kitaplar.
Tarih, dahiler (Büyük yazarlar) yetiştirmekte pek cömert davranmıyor.