Bu yazı, soğuk bir pazar gününün başkent sabahında, bu ülkenin yasama abidesi olan TBMM’ye 3 dakika uzaklıkta yazılıyor. Günlerden 20 Kasım’ı gösteriyor, “Dünya Çocuk Hakları Günü” olduğunu söylüyor gazeteler, kanallar. Yazar, balkonla masa arasında kaç kere gidip geldiğini unutuyor. Çünkü masaya baktıkça, rakamlardan başı dönüyor. Otursa sayfalar akıp gidecek elinin altından. Otursa, rakamların dehşetine isyanını olduğu gibi aktaracak, biliyor. Zor, ama çok zor bir yazı olacak. Bu ülkede artık kolay olan ne var ki, diye iç geçiriyor. Yazıya başlıyor…
2015 yılı sonunda Türkiye nüfusu 78 milyon 741 bin 53 iken, çocuk nüfus 22 milyon 870 bin 683. Bir başka deyişle, nüfusun yüzde 29’u çocuk… 2002-2015 arasında 440 bin çocuk ‘anne’ oldu. 15 yaşın altında 16 bin ‘çocuk anne’ var. 16-17 yaşında evlenen kız çocuğu sayısı ise 511 bin 985… 15 yaş ve altındaki yaşlarda gayrı resmi olarak ‘evlenen’ çocukların sayısı bilinmiyor. Bu yaş grubuna ait ‘evlilikler’, ancak çocuğun cinsel istismar sonucu hamile kalıp, hastaneye başvurmasıyla ortaya çıkıyor. Hamile kalmayarak hastaneye başvurmayan çocukların sayısı düşünüldüğünde, istismara uğrayan çocukların sayısının çok daha fazla… Hayır, daha fazla yazamayacak. Yazarın eli telefona uzanıyor, hastayım dese, bilgisayar bozuldu, elim kırıldı, aklımı yitirdim falan dese… Hem ne değişecek ki yazsa?
Serinkanlılığı bozmadan, sözü uzatmadan durumu özetleyecek bir sözcük bulmak gerekiyorsa, o sözcük “çürüme”den başkası olamaz. Bu korkunç durumun tek açıklaması olabilir: demek ki, pespaye bir imparatorluktan çağdaş bir ülke, karanlıktaki insanlardan birer yurttaş çıkarmayı hedefleyen cumhuriyet değerlerinin üstüne, Mustafa Kemal Atatürk sonrasında gelenler, bir tuğla koymayı bile becerememiş. Feodalizm, bağnazlık, kör inanç, birer hedef olarak değil, birer payanda olarak kullanılmış. Bakmayın bunlardan mışlı muşlu söz ettiğimize, bunların hepsi söylendi, yazıldı, çığlığa dönüştürüldü. Yazan ve söyleyen o iyi insanların ve kurumların üstüne çullanılırken, çürüme sürekli desteklendi, kışkırtıldı, sırtı sıvazlandı. Kitleler en tehlikeli silahla donatılarak sürüleştirildi, onun adı cehalettir. Oy depolarına çevrilmeleri başka türlü sağlanamazdı.
Şu son yasa tasarısı denen utanç müsveddesini, uzun uzun tartışmaya gerek var mı? UNESCO’dan başlayarak, bu güzelim ülkenin yüzünü insanlık önünde bir kere daha kızartan bu teklifi verenler, bu tepkilerden ve eleştirilerden nasiplenip, vazgeçebilirler mi? Yanıtlarını dinleyip, destekçilerinin sütun ekran çarpıtma ve saldırılarına baktıktan sonra, bu konuda bir umut beslenebilir mi? Aynı dili konuşmak, aynı mantık ve vicdan penceresinden bakmaya, aynı şeylerden konuşup, aklın özgürlüğünden beslenen sonuçlara ulaşmaya yeter mi?
Sorunlara, bu zihniyet sahiplerinin gündemi kendilerince belirleme taktiklerine kapılarak çözüm aranamaz. Bu topyekun bir ülkeyi dönüştürme, algıları biçimleme ve kendilerince oluşturulacak bir toplum yaratma çabasının, yalnızca bir maddesidir. Hadiseyi yalnızca “istismarcısıyla evlendirilecek tecavüz mağduru çocuk” –ki bu bile, tek başına toplumu silkelemesi gereken bir skandaldır- sorununa indirgeyip, vazgeçerlerse sevinmek, aymazlığın bir başka çeşidi olacaktır.
Yaratılan sorunlar ve bu tasarı gibi adımlar, bir bütünün parçasıdır. Bir ideolojinin, hayatın yalnızca o alanına ait teşebbüsüdür. Fotoğrafı böyle görmedikçe ve yalnızca o alana dair vazgeçişlerden medet umup sevindikçe, yeni bir safdillilik örneği verileceğinin iyi bilinmesi gerekir. Bu son skandalın, hiç olmazsa bu işe yarayacağını, bilmem kaçıncı kere umabilir miyiz?
Çocukların yüzüne bakacak yüzümüz, giderek eksilmekte. Asıl gerçek budur.