Her yeni gün değişime, gelişime, devinime gebedir. Savaşlar, yengiler, yenilgiler, utkular, devrimler günlerin içinde saklı değil mi?
Doğumlar, hüzünler, sevinçler, coşkular, tinsel devinimler, duyumsamalar, anılar... Aşkları, sevdaları, tutkuları günler belirlemez mi? Söylencelerle gelirler günümüze; öykülere, romanlara, şiirlere geçerler.
İnsan yaşamının sayılarla oluşan sürecinde, ayrımına varamadığımız daha nice anları, anıları yaşarız.
Bugün 3 Ağustos; bugün dünyada yaşayan nice insan için anlamlıdır. Yarınsa 4 Ağustos. Farklı olayların, doğumların, ölümlerin tarihi olamaz mı?
Benim için anlamı, özelliği olan özge gündür 4 Ağustos. Belki sizler için de öyle.
Yarın, yetmiş yaşımla buluşuyorum!..
Çocukken yaş yetmiş, iş bitmiş sözü geçerliydi. O zaman 70 yaşına gelenler, yaşlıydı bizim için. Demek ki ölçüyü yetmiş almışlardı eskiler.
Şiirin Cahit Sıtkı’sı “Otuz Beş Yaş”ı yazdığında 36 yaşındadır. Yolu yarıladığını vurgulayınca, demek ki şairin sezdiği, bildiği bir şey varmış dedik, yetmişe odakladık kendimizi.
Ne zaman ki yaşlar elliyi, altmışı geçmeye başladı; yetmişlerin ayak sesleri de duyulur oldu. Bu kez yetmişler, seksenler “orta yaşa” iniverdi hemen!
Şimdi doksanlarını süren kayınvalidem Zeynep Hanım’a, inanın yaşlı deme yürekliliğini gösteremiyorum. Bellek güçlü, gazete-kitap elinden düşmüyor, oyununu oynuyor! Umudu eksik değil, gözlerinden okunuyor.
Yetmişi buldum, artık işim bitti deme hakkım olabilir mi hiç?! Böyle günlerde, Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiiri düşmez mi insanın aklına?
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin /hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için /yaşamak yanı ağır bastığından.”
Necati Cumalı’nın 70. yaş duygularını da anmadan geçebilir miyim?
“Aynaya bakmasam anımsamayacağım yetmiş yaşında olduğumu. Aynaya bakınca, saçlarımı görüyorum. Apak, apak olmuş… Yoksa içimde bir değişiklik yok. Hâlâ çocuk gibiyim...”
Şairin içindeki çocuk yetmiş yaşında da haylazlığını yapıyor işte! Ben de öyle duyumsuyorum kendimi.
Her 4 Ağustos, bana yeni bir yaş bindiriyor; kabulüm. Önemli olan her yaşa güzel şeyler biriktirmek, umut çıkarmak, olumlu bakışlar edinmek...
1946 yılında doğmuşum. İzmir Gazeteciler Cemiyeti’yle de yaşıtız. Kısa bir düşünme anımda aynı yılda doğmuş şair, yazar dostlarımı da anımsamadan geçemiyorum: Ahmet Özer, Okan Yüksel, Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Hüseyin Peker, Ahmet Telli, Raif Özben.
Şiirleri, öyküleri, yaşama sevinçleri, dirençleri, üretimleri çok olsun.
“İnce Oda” kitabımda yer alan “güneşi yorgun zamanın/ şarkısı hüzün kadar eski” diye başladığım şiiri, yetmiş yaşıma da uyarlarsam, neler demişim bakar mısınız?
annesinin eteğini çekiştiren
yaramaz çocuklar gibi iki elim,
beyaz sakalıma da dokunur;
onur... yakasına karanfil takmış
bir yürüyüşçü gibi
geçer sokakları... alanları... karanlıkları.
ne kadar ertelersem umudu,
üretir yeniden yetmişinde de aşkları ve aydınlıkları.
(…)
her Ağustos,
yeni bir doğuşu biriktirir gözlerime!
Evet, 1946 yılında Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinde başlayan yaşam serüvenim, Urfa, Ankara, Diyarbakır üzerinden dolaşır İzmir’e gelir. Kırk yıldır bu kentin ekmeğini yerim, suyunu içerim, havasını solurum, dostluklar edinirim. Severim, sevinirim, sevilirim, evlenirim, çocuklarım bu kentte doğar.
Doğduğum yer, yaşamımda öncelikli ama doyduğum yer de yaşamımda özellikli.
Bi yetmişlik açmalıyım yarın akşam!.. Şerefine içmeliyim yaşımın...