İnsanoğlu var olduğundan bu yana didişmenin, kavganın, savaşımın, savaşın da hep içinde olmuştur. Sanki Habil ve Kabil’den de el alır bu kin ve hin dolu yolculuk!
Güçlü her zaman güçsüzü sömürmüş, ezmiş, buyruğuna almış, köleleştirmiş.
21. yüzyıl dedik, yine savaşın tam tamları hiç susmuyor. Bu kez İHA var, SİHA var, yapay zekâ var, siber saldırılar var!
Savaş çılgın tasarımlı silahlarla, bombalarla, füzelerle, uçaklarla, egemen güçlerin para ve hırslarıyla korkunç bir boyuta taşınıyor. Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da…
***
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimin ertesi yılı doğmuşum; savaşı görmedim, ancak annemin babamın anılarından, anlattıklarından, yaşadıklarından bilgilendim çocuk yaşlarımda. Savaş sözcüğü hep ürküttü, korkuttu beni, içimi acıttı.
Savaş zamanlarını yaşatan CEPHE dergilerini de unutmadım. Ne yazık ki bugün o dergiler de yok belgeliğimde!
Cephe Dergisi Ocak 1943-Nisan 1947 arasında, 15 günlük olmak üzere, Türkiye'nin izniyle Türkçe olarak yayımlanan, cephelerden haber ve bol fotoğrafların yanı sıra Türkiye ile ilgili yazıların da bulunduğu bir dergiydi. Babam da sürdürümcüsüydü o derginin.
***
Körfez Savaşı 17 Ocak 1991'de Irak güçlerini Kuveyt'ten çıkartmak için yapılan hava bombardımanıyla başlamıştı. TRT Haber Merkezi de Hüsnü Kaftan’la beni, İsrail’in başkenti Tel Aviv’e gönderdi.
Yine birçok gazeteci arkadaşım da savaş sürecinde Diyarbakır’da, Irak sınırında görev yaptı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin aylık yayını İZMİR BASIN gazetesi de savaş sürecinde Hüsnü Kaftan, ben, Sinan Bayansar, Tunca Sevsay, Celal Yılmaz, Esat Erçetingöz, Mehmet Sarışın, Hakan Yiğit, Halil Hüner…gibi basın emekçisi arkadaşımızı Şubat 1991 tarihli sayısında haber yapmıştı.

İZMİR BASIN Gazetesi’nin Mart 1991 tarihli sayısında da Tel Aviv’deki savaş izlenimlerimi yazmıştım;

”Siren sesleri, scud füzeleri, patriot sesleri… Silahların , savaşın acımasızlığına alışmak olanak dışı.

(…) Dolu dolu 27 gün. Tel Aviv, Kudüs, Gazze, Güney Lübnan’ın Sur kenti. Batı Şeriada suskun bekleyişler…”

Siren seslerinin yarattığı telaşlar, kaçışlar, Tel Aviv’de kaldığımız otelde her scud füzesi atıldığında gaz maskelerimizle sığınak bekleyişlerimiz… Ertesi gün yıkımın görsel şaşkınlıkları…

Şimdi yine İsrail-İran savaşına evrilen süreçte yaşadığımız tedirgin, kaygılı, sancılı, acılı bekleyişlerimiz…
Ey barış senin bu dünyaya yolun hiç düşmeyecek mi yahu?

ZORUMUZ NE İNSAN KARDEŞLERİM?
Rıfat Ilgaz “Çocuklarınız İçin” başlıklı şiirinde böyle sesleniyordu: “Amacınız kökümüzü kurutmaksa, /Yetmiyor mu tayfunlar, taşkınlar, /Bunca aç, bunca sayrı, kırım, kıyım, / Sayısız işkence kurbanları… / En kötüsü, / Güngünden başımıza inen bu gökyüzü!”

Melih Cevdet Anday’ın “O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör / Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör” dizeleri de özdeyiş gibi çakılıdır belleğimize.
Ah o gözü dönmüşler, silah tüccarları, baronlar, egemen güçler, diktatörler, dünyayı kana boyayan canavarlar; barıştan, kardeşlikten, sevgiden, insanlıktan ne anlarlar?
Yannis Ritsos’un “Çocuğun gördüğü düştür barış. / Ananın gördüğü düştür barış. / Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış” diye başlayan o güzeller güzeli şiirini unutmak olanaklı mı?
Dizelerin sıcaklığına bakın, yeniden okurken bile duygu yoğunluğu yaşıyorum.
“Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların / sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. /Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.”