Bir arada yaşamanın olmazsa olmazları vardır. Bir “hayat zinciri”nden söz ediyoruz. Bireyin kendisinden başlamak üzere, aile, toplum, ülke, devlet ve tüm örgütlenmeler bunun için. İnsanlık tarihi, bunların daha yaşanır olması ve sürdürülebilir kaliteye ulaşması adına yapılan mücadelelerinden ibaret. Bilim, felsefe, sanat ve akla gelebilecek her şey bu mücadelenin nedeni ve sonucu. Elbette inançlar, dinler, töreler, gelenekler de.
Eskiyen gitti, işe yaramayan, insana yakışmayan, doğaya uymayan ve geleceğe daha iyi bir hayat için koşullar sunmayan, yollar açmayan, dahası olanı bile beter hale getiren ne varsa, tarih dersinin konusudur. Onlar acıyla, onlara dair mücadele ve kazanımlar onurla anımsanır. İnsanlıktan da acılardan ders, onurlardan cesaret derlenmesi beklenir. Bugün savaşlar, sınıflar arası uçurumlar, ırkçılık, her türlü ayrımcılık, sömürü, gericilik ve yobazlık, doğaya karşı işlenen cinayetler, bu bilinç ve algıdan dolayı “insanlık suçu” olarak tanımlanır. Onların “hayat zinciri”ni nasıl bozduğu, milyonlarca ölü başta olmak üzere, dünyanın başına açtıkları bin bela sayesinde anımsanıyor. Ve onlara emperyalizm, kapitalizm, faşizm, yobazlık, gericilik diye uzanan bir dizi etiket yapıştırıp, “Bir daha asla!” diyerek insanlığa çağrı yapılıyor.
Demokrasi bu mücadelenin sonunda insanlığın ulaştığı son yönetim, davranış, zihniyet, işleyiş mekanizmasıdır. Çoğulculuk ile çoğunlukçuluk arasındaki farkı karıştıranlar, genlerindeki gericilikten kurtulamayanlar ve ne pahasına olursa olsun egemenliklerini korumak isteyenler tarafından, hayli hırpalanmıştır. Bu, demokrasinin kalitesizliğini ya da vazgeçilmesini değil, tam tersi daha yüksek bir enerji ve kararlılıkla savunulmasını gerektirir.
Bu iş insanın kendinden başlıyor. Demokrasi, ne Kaf Dağı'nın ötesinde bizi bekleyen bir ödül, ne de egemen sınıfın bize bahşedeceği bir nimet. İş birey, yurttaş, vatandaş olmanın hak ve sorumluluklarını bilmekten başlıyor. Demokrasi, kendin için istediğini, başkası için de istemekten, kendin için istemediğini başkası için de istememekten geçiyor. İstediğin başta diye, aklına gelen her şeyi yapma hakkına sahip olmadığını bilmeyi öngörüyor. Şu unutturulmaya çalışılan ya da talep etmenin neredeyse suç sayıldığı “İnsan Hakları” kavramından haberdar olmayı zorunlu görüyor. Söz gelimi, bütün bunları öğretmek için okullara konan “Yurttaşlık Dersleri”nin neden kaldırıldığını merak etmekten ve sormaktan geçiyor. Tek boyuta sıkıştırılmışlığı, bilgi ve algı kirliliğinde boğulmayı, seçeneklere ulaşma, üstünde düşünme ve özgürce seçme koşullarından mahrum olmayı sorgulamaktan geçiyor. En önemlisi bireysel, toplumsal ve devlet aygıtı açısından hesap sorma ve hesap verme erdemini zorunlu kılıyor. Demokrasinin kendi içindeki kontrol mekanizmalarını özgürleştirmeden, tarafsız kılmadan ve özgürlük-özerklik alanlarını bilmeden, saygı duyup bilgi ve algı oluşturmadan, sözünü ettiğimiz yönetim ve yaşama biçimi, bir kabuktan ve aldatmadan öteye geçemiyor. Dahası bu kabuğu örmek için kullanılan ve elbette hamasetten öteye geçmeyen değerler sakıza dönüşüyor, içeriği boşalıyor ve dahası itibarsızlaşıyor.
“Hayat Zinciri” boşuna edilmiş bir kelam değil. Demokratik bir ülkede, her birey öteki bireye, her devlet kurumu ve çalışanı da topluma sorumlu, saygılı, düzeyli ve üstlendiği göreve yakışır biçimde davranmak zorunda. İşte o zaman, konumlar, üniformalar, makamlar, etiketler, kurumlar, asal görevlerinin toplumsal hayat zincirini sürdürmek olduğunu öğrenmiş sayılıyor. Demokrasisi oturmamış, olgunlaşmamış, bir kandırmaca olmaktan öteye geçememiş toplumlarda ise, bireyler de, kurumlar da, oralarda çalışanlar da kafasına göre takılıyor ve olan bireysel-toplumsal hayatlara ve ilişkilere oluyor. Üsttekine yaltaklanıp alttakini ezmeye kalkışmak, kurumlara ve işleyişlere güveni yitirip kendi adaletinin kendi eliyle sağlamaya çalışmak, oy deposu olarak görüldüğünü fark etmeden, “aslansın kaplansın” okşamalarını onurlandırma saymak ve bütün bunların bizzat egemenler tarafından alkışlanacağını bilmek, işte bu çarpıklığın sonucu. Demokrasiye inanmak, cehaletin ve ilkelliğin pervasızlığına direnmek, işte bu yüzden her gün bir mucizeye dönüşüyor. Sanatın temel izleği, bu mucizeyi işlemek ve anlatmak olmalıdır. Yeni dönemde sanatın acil ve yakıcı görevi budur.