Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, hangi kerteriz uygulanırsa uygulansın, hal ve gidişi özetleyen tek sözcük var: Vahim! Hiçbir ülke, yalnızca bir güne sığdırılan ve gerçekte birinin bile ayları ve yılları meşgul edecek skandallarla bu kadar muhatap kılınamaz ve bütün bunlar 15 yıldır iktidarda olan bir siyasi anlayışı, bunların sorumluluğundan kurtaramaz. Şimdi hamasetten, ağlak ve muğlak söylemden ya da habire racon kesmekten uzakta, bütün bunları çok ciddi biçimde konuşma zamanıdır.
Hiçbirinin derde deva olmadığı ve çözüm getirmediği yeterince kanıtlanmış davranış kalıplarından sıyrılmadıkça, demokrasinin gereği olarak, tüm toplumu kapsayacak bir duygudaşlık ve paydaşlık sağlanamayacağı yeterince kanıtlanmıştır. Vahim olanı daha da ağırlaştıran ise, bu olumsuz durumu bir “deva” gibi sunmaya çalışan ve üstünden ikbal devşirmeye çalışan zihniyettir.
Demokrasinin gereği… Anahtar sözcük budur ve kimin ne kadar demokrat olup olmadığını tartışma eşiğini çoktan geçmişsek, bu da öncelikle iktidarı ilgilendiren bir sorundur. 15 yıldır iktidarda olan siyasi görüşün en büyük çıkmazı, demokrasinin gereği olarak geldiği yeri ve zamanı, yeterince değerlendirememektir. Yarattığı vertigo ortamında, her şeyin sağlıklı bir çıkarım amacıyla tartışılmasına bile olanak vermeyen bu yaklaşım, pek çok fırsatı bilerek ve isteyerek geri tepmiş, bu anlamdaki taleplere kulak tıkamıştır.
Demokrasi, iktidar kadar muhalefetin de bir gerçeklik olduğunu kabul etme rejimi ya da sistemidir. Demokratik sistem ya da rejim içinde, devletin aygıtları, iktidarın dünya görüşüne inat ve genellikle ona rağmen çalışır. Bir başka deyişle, iktidara talip olmak, demokrasiyi en iyi ben sürdürürüm iddiasına bağlıdır. Buradaki tek koşul, demokrasiye inanıp inanmadığını net bir Türkçe ile söylemektir.
Hiç kimse, bu ülkede tam teşekküllü çağdaş bir demokratik sistem olduğunu iddia etmiyor. Darbeler, darbe teşebbüsleri ya da seçildikten sonra ülkeyi kendine benzetmek çabaları, bu ülkeyi çok yordu, hırpaladı, canından bezdirdi. Cılk yaralar içindeki bu ülkede, hala cumhuriyeti ve demokrasiyi savunmak için uğraşanlar, akıl almaz biçimde suçlandı. Son 15 yılın iktidarı, kendi ideolojimi mutlak kılayım derken ve bu yolda epey adım atmasına rağmen, ülkenin ne kadar yorulduğunu bir türlü göremedi.
Örneğin, FETÖ denen aşağılık kumpanyanın yol açtığı yaraları, salt kendi yarası olarak görmesi ve bunun üstünden yalnızca kendine dair çıkarımlarda bulunması, ama iş bütün bunlardaki payına gelince, “kandırıldım, aldatıldım” dışında tümce kuramaması, demokrasi adına yakalanan bir fırsatın çarçur edilmesinden başka bir şey değildi.
Oysa bütün rezil faşist ve gerici yapılanma ve teşebbüsler gibi, FETÖ de bu ülkenin demokrasisine, cumhuriyet değerlerine ve topyekûn bütün insanlarına karşı bir ayaklanmaydı. Ne bir partiye, ne bir toplaşmaya yönelikti. 15 yıldır iktidarda olan parti, demokrasi adına kuracağı en güzel tümceyi ve paydaş kılacağı en geniş tavrı, kendine yontma adına heba etti.
Bu yaklaşım, tanımlanması olanaksız biçimde, Anayasa Referandumu sürecinde de kendini göstermektedir. Gerek kendi kadrolarında, gerek destekçi ya da tedarikçi kesimlerinde nasıl bir demokrasi algısının egemen olduğu, kendi cenahından entelektüel insanları sıfırlayacak bir pervasızlıkla ifşa olmaktadır. Ama o entelektüel insanların, neden bu kadar sessiz kaldığı da, ciddi biçimde ve mutlaka sorgulanacaktır.
Muhalif olanları ve “Hayır” diyecekleri “bölücü, hain, alçak, Fetöcü, vs.” olarak nitelendirmek kimin haddine? İç savaş tehditlerinden silahlanmaya dair methiyelere, özel milisler kurma girişimlerinden muhalif olanlara sözel ya da fiziksel saldırılara, ortaya konan kepazeliklerin tek tanımı vardır: Acilen kovuşturulması gereken suç!
Durum vahim. Çözüm, halk dalkavukluğu değil, tüm kurum ve işleyiş mantığıyla demokrasi. İktidar önce, içindeki demokrasi karşıtı unsurlara hayır deyip, demokrasiye evet diyebilmeli. Kısaca, sınavı Türkiye değil, iktidar veriyor.