2001’de yitirdiğimiz, kimi eleştirmenlerce “Tiyatromuzun Shakespeare’i” olarak adlandırılan Orhan Asena, insanımızın var oluş mücadelesini ve direnişini, “Toroslardan Öteye” adlı oyununda da, her zamanki gibi başarıyla aktarmıştır. Asena, bu destansı yapıtı yazarken, elbette o masalsı dağları bir otomobil markası olarak düşünmemiş, bir cinayet simgesine dönüştürmemişti. Ustanın bu bağlamdaki yaklaşımlarını öğrenmek isteyenler, “Şili’de Av”dan “Yıldız Yargılanması”na uzanan yapıtlarına başvurabilir.
“Toroslar”, Başbakan tarafından gündeme getirilmiştir. Amacı, elbette Asena’yı ve yapıtını anmak değil, ölümcül bir simgeyi kıyas ve korku malzemesine dönüştürüp, seçim kampanyasına bir “renk” daha taşımaktır.
Faşizm, karabasanlar gibi çöktüğü her ülkede, değişik simgelerle kendini “görünür” kılmıştır. Gamalı bayrak, flama, balta, kukuleta, ileriye uzatılan kol, şekil verilmiş parmaklar, kimi zaman siyah gömleklerle “üniform”, kimi zaman her yanından kan sızan sözcüklerle kusulan sloganlar… Faşizm ve yandaşları, bu malzeme ve tedarikçileri sayesinde, tarihe en utançlı sayfaları yazarken, insanlık onları bunlarla değil, bambaşka “simgelerle” anımsar.

İşkencehanelerdir o simgeler, toplama kamplarıdır, kireç kuyuları, toplu mezarlardır. Yakılan oteller, mezbahaya çevrilmiş kentler, insanların tellerle boğulup domuz bağlarıyla gömüldükleri evlerdir. Yedirilen dışkılar, yakılan köyler, insanların kaybolduğu ölüm üçgenleridir. İdam sehpaları, sokakları kan deresine dönmüş mahalleler, ölüsünü bekleyen boş mezarların başındaki taşlardır. Plaza del Mayo’dan Galatasaray Meydanına, her hafta toplanıp, insanlığın kalbine “onlar nerede?” diye soran annelerdir.

Faşizm, bunları unutmak, unutturmaktır. Hesap sormamak, sordurmamaktır. Tam tersine, cahilleştirerek, demokrasi algısını güçlendirecek alanları kurutarak, bilinçaltında doğallaştırarak, mezhep, ırk, cinsiyet, köken, bölge düşmanlıklarını kısık ateşte tutarak, daim kılmaktır. Faşizm, ondan beslenerek, nemalanarak, başı okşanıp sırtı sıvazlanarak, eğitilerek ortaya çıkanlar sayesinde, her türlü yüzleşmenin ve hesaplaşmanın, devletin bekası ambalajıyla engellenmesidir. Böyle böyle canların ve yılların yitirilmesi, bir ülkenin çaresizliklere, seçeneksizliklere mahkum edilmesidir. Bu garabetin bir yaşama biçimine dönmemesi için direnen bilimin, sanatın, felsefenin, örgütlenmenin, her türlü araç ve yöntemle engellenmesi, birey ve toplum yaşamının “ihtiyaç listesi”nden çıkarılmaya çalışılması, belleksizliğin kutsanmasıdır.

“Toroslar gelir” sözünü, bütün bunları anımsattığı için, hayra yormak mümkündür. Ama böyle bir yorum, bir seçim kampanyasının laf savurganlığıyla, imalarla, tehditlerle yetinemez. Şoförlerinin, tedarikçilerinin ve onlara yol verip, güzergah gösterenlerin elini kolunu sallayarak dolaştığı bir coğrafyada, asıl konuşulması ve yapılması gerekenler başkadır. İnsan haklarından, özgürlüklerden, çağdaşlıktan, uygarlıktan beslenen ve onların bir yaşama biçimine dönmesini öngören “demokrasi”de, hepsi yazmaktadır. Demokrasi, işimize geldiği zaman talep edip kullanacağımız, yalnızca bize göre işleyen bir yönetim biçimi değildir. Garajında uyuyan “Torosların” olduğunu bile bile, üst katlarda demokrasicilik oynamak ve ahaliyi katılmaya çağırmak, ancak bir korku filmi senaryosu olabilir. Toroslardan öteye geçmek, toplumsal itirazı yükseltmek zorundayız.

Korkuyu içselleştirmiş ve sistem algısına dönüştürmüş bir ülke olarak yaşamak, anılmak ve tarihin dehlizlerinde yitip gitmek istemiyorsak, önce içimizdeki faşizm irinini boşaltmak gerekiyor. Demokrasilerde seçimler, biraz da bunun içindir. Anımsamak, anlatmak gerekiyor. Ötesi laf-ü güzaftır. Tatili seçip oy kullanmamaksa, ölümcül suç ortaklığıdır.
Cumhuriyet Bayramınızı, devrimci duygularımla kutlarım. Yaşasın Türkiye!