Her çiçek, her ot, her ağaç yetiştiği toprağa benzer. Aykırı olan, isyan eden, itaatsizliği seçen koparılır, atılır, kurutulur, yakılır. Toprak bir süre sonra seçemez olur, hangisi yararlı, hangisi güzel, hangisi doyurucu, hangisi ölüp giderken bile değerini bağışlayıcıdır. Bilemez, göremez, tercih edemez, seçemez ve sahiplenemez. Türkiye, bu gün o topraklardan biridir.
Su içinde 60 yıldır, öyle olsun diye uğraşılmış, altına zehir, üstüne beton çekilerek, zamanı, iklimi, verimi ve güzelleşme düşleri çalınıp, unutturulmuştur.
Çiçekleri koparılırsa verimli, ağaçları kesilirse güzel, dereleri kurutulursa şirin, betonla kaplanırsa şahane olacağına inandırılmıştır.
Onun için ve çoğu zaman ona rağmen kaygı, saygı ve düş besleyen ekinleri demet demet budanırken, nurlu ufuklar için bunun şart olduğu öğretilmiştir. Öğrenmezse, kabullenmezse, boyun eğmezse ne olacağı, o güzelim ekinlerin biçilmesiyle, asılmasıyla, alenen ya da faili meçhullerde öldürülmesiyle gösterilmiş, birer ibret vesikası olarak, algısına, ahlakına, vicdanına asılmıştır.
Şimdi o toprağın üstünde yaşayanlar, dünü unutmanın yarını kestirememenin kıskacında gün geçiriyor. Şiddet, zevksizlik, cehalet, ilkellik ve acımasızlıkla örülmüş bir takvimi tüketip duruyor.
Birinin yaşanması bile normal bir ülkede toplumsal travmaya yok açması, sorumlularının istifa edip hesap vermesi gereken kepazeliklere bakıp, şaşkınlık içinde birbirlerine soruyorlar: “Bize ne oldu, biz ne vakit bu hale geldik?”
Toprağına baksa görecek, sancısına kulak verse gerçeği işitecek oysa.
Bilimi reddeden profesör, ruhu çalınmış bu toprakta yetişti.
Sanatın onurundan habersiz bezirgân, toprak çölleşsin diye büyütüldü, alkışlandı.
Savunduğunu sandığı dünya görüşünden bile habersiz siyasetçi, bu topraklarda yetişti.
Askerinden hukukçusuna, bakkalından tüccarına, öğretmeninden gazetecisine, memurundan köylüsüne, sendikacısından sporcusuna, hepsi yetiştikleri toprağın eseridir, kalite göstergesidir. Mecaza, metafora, benzetmeye ne gerek var? Sözcüğün tam karşılığıyla konuşalım.
O toprağa bugün, dün yetiştirdiği ürünlerden derlediği, öz be öz kendisinin olan tohumları bile atamıyor. O yüzden obez, kanser, tatsız tuzsuz. Toprak bugün, kendine özgü çiçeklerini koklayamadığı ve nedenini sormadığı için yapay, sakil, ucuz ve yavan.
Üstünde yaşayanlar artık, ne esen rüzgârdan, ne kıyılarını öpen denizin şenliğinden, ne ormanların şarkısından, ne de göllerin uzun uykusundan haberdar. Kafatasına yerleştirilen algısızlık pıtraklarının, ruhunu ve kalbinin üstüne dökülen balçık yığınlarının, ah ki o toprağın en önemli parçası olduğunun farkında bile değil.
Bizi karamsarlıkla suçlayacaklar çıkabilir. Biz de onlara, bir piknik alanına uğramalarını, akşama kadar tıkınıp göbek atanların, giderken o güzel doğa parçasını ne halde bıraktığını görmelerini tavsiye ederiz. Ya da bir çiçekçiye gidip, satın aldıkları gülün üstüne çiçekçinin neden gül parfümü sıktığını sormalarını dileriz. Toprağını kirlettiğini düşünmeyen, o toprakta yetişen gülün, neden gül gibi kokmadığını merak edebilir mi? Bir an düşünmelerini isteriz.
Belki o zaman dilin neden mahvolduğunu, dünyaya düşünsel zenginlik esini veren bu coğrafyada, düşünmenin ve ifade etmenin neden bedel ödemek zorunda kaldığını soracaktır. Belki o zaman, bilimin ve sanatın neden güdükleştiğini, hangi cenahtan ve hangi meslekten olursa olsun, o tiplerin ağızlarını açtıklarında neden cehalet, entelektüel fukaralık ve sıradanlık saçtığını irdelemeye başlayacaktır. Belki bunları düşünmeye başladığında, toprağının ve çocuklarının geleceğine dair kaygı duyması gerektiğini anlayacaktır.
İşte o zaman, “Bize ne oldu? Biz ne vakit bu hale geldik?” sorusuna yanıt aramanın, kaçınılmaz sorumluluğuyla tanışacaktır. Çünkü toprak, yalnızca gömülmeye yaramaz. Biz bunu kanıtlayanların çocuklarıyız, unutmak olmaz.