İzmir’in gazetesinde yazıyorum… Doğaldır ki tüm cihana “İzmirce” bakıyorum, hissediyorum. Lakin doğduğum, büyüdüğüm ve muhtemeldir ki öleceğim canım şehrimde sadece “gürültü” var kulağıma gelen. Herkes herkesi sadece “eleştiriyor” ve sadece kendini “doğru” sanıyor. Oysa yaşadığımız her anın bir an öncesi, her yılın bir yıl öncesi var… Oysa yaşadığımız sorunların mutlaka “düne” dair başlangıcıyla, “yarını” etkileyecek bir yanı var.

Bugün yazmadığım son iki yazının acısını çıkarırcasına bir “dördüncü” değerlendirme yazacaktım. Hatta sevgili kardeşim Sinan Keskin aradığında “dördüncü yazı geliyor ama İzmir sermayesinde duygu da kalmamış bilgi de” dedim.

Dördüncü, beşinci hatta altınca yazının da içeriği belli beynimde. Lakin bugünü “pas” geçiyorum. Zaten başlığı da okudunuz, “İzmir sermayesi ve kültür” demedim. Bugün çevresinden dolanıp, ilk üç yazıya dönüşlere değineceğim.

Hemen yazmalıyım ki Sayın Sıtkı Şükürer, Pazar günü Hürriyet Ege’deki yazısında benden bahsetmiş. Umarım Sıtkı Bey bir gün İzmir sermayesi ile beni bir araya getirir de iki lafın belini kırarız.

Açık söyleyim sermaye kesimi oldukça korkak. Okusa da cevap vermiyor. Tenezzül etmediğinden değil, nerelerde ne yaparken kulağımı çınlattıklarını biliyorum. Sermayenin çoğu ne yazık ki zır cahil. Dünü de bilmedikleri gibi, yarına bakışları da sadece “kâr, zarar, ihale, kazanç, finans, borsa, üretim, işçi ücretleri” gibi konulara odaklı. “Evet efendim, sepet efendim” anlayışı da son 100 yıldır hiç değişmedi İzmir’de. Gelene “ağam” gidene “paşam” onların sloganı.

İzmir sermayesi 1922 sonrası ciddi ve köklü değişirken, “İzmir” farkını hep yok saymış. Bunu bugün Kemeraltı’ndan Mezarlıkbaşı’na, Basmane’den Karataş’a bakınca rahatlıkla görüyoruz. 1922 sonrası İzmir’den “ayrılmak zorunda bırakılanların” gayrı menkulleri nasıl “haraç mezat” ve biraz da “zorla” el değiştirdiyse, “gidenler” giderken “İzmir ruhunu da” götürmüş sanki.

Boşalan evlere, hanlara, dükkânlara “gelenler” ise İzmir’i “tanımaktan” çok, kondukları “hazırı” sadece “maddi” olarak geliştirmeyi “İzmirlilik” saymış. Yoksa nasıl anlatılır bugün Basmane’nin, Damlacık’ın, Ballıkuyu’nun acınası halleri?

Şu “rakı, balık, roka, boyoz, yumurta, gevrek, domat, asfalya” ile anlatılan İzmir’in, yaşı 8.500-10.000 olan İzmir ile alakası nedir Allah aşkına?

Bugün dedesi “Mevlevi, Bektaşi, Rufai” olanların dedelerinin manevi miraslarına sırt çevirmeleriyle, dedesi ya da ninesi Rum veya Ermeni olanların “zoraki” değişimlerini saklamaları arasında ne fark var? Halbuki bu “red” olmasaydı “İzmir Kültürü” hala gerçek anlamda yaşıyor olacaktı.

“Hacı Ali Efendi” caddesi var ama siz bu Hacı Ali’nin kim olduğunu biliyor musunuz? Bir yerlerde yazıyor mu?

Kültür, yaşam demektir ama bu “yaşam” dünle bugünün, bugünle yarının tüm alışkanlık ve geleneklerini içerir. Peki bugün nerede İzmir gelenekleri?

Eğer İzmir sermayesi 1922’den bu yana “sahip çıkma” becerisini gösterebilseydi İzmir’e, bugün Basmane’den yukarı doğru baktığımızda otantik ama modern bir İzmir görür, tiyatroyla stadyum, ayazma ile kale muhteşem çekiciliğiyle dünyaya farkını haykırırdı.

İkiçeşmelik’ten yukarı doğru çıkarken sol taraf öyle hüzünlü durmaz, sermayenin anlayacağı dilden söyleyim “para basardı” turizmden. Ama yok, turizmle ilgilendiğini iddia edenler, o kadar cahil ve günlük bakıyorlar ki İzmir’e, söyledikleri sadece yerel yönetimleri suçlamak. Kimse de kalkıp “peki siz konuşmaktan başka ne yaptınız” diyemiyor. Bunun nedeni de “İzmir aidiyeti” sorunumuzun düşündüğümüzden fazla oluşu.

Düşünebiliyor musunuz? İzmir’in tarihinde görev yapmış bir belediye başkanı, muhtemeldir ki Amerikan rüzgârından etkilenmiş olacak, Avrupalı birine “Konak projesi” çizdirmiş. Allah’tan para bulamamış da, Konak Meydanı her şeye rağmen “meydan” kalmış. Lakin bu kez göreve gelen Valiler ve kadroları o kadar boş bakıyorlar ki İzmir’e, tarihi değeri paha biçilmez olan Konak Meydanı şimdi kötü bir otopark gibi. 1922 sonrasının muhteşem meydanı olan Cumhuriyet Meydanı ise zaman zaman adeta aşağılanır gibi “çadırlar” kurulan sıradan bir sokağa çevriliyor.

İzmir sermayesi Çeşme kadar düşünmedi İzmir’i yıllardır. Toplantılar da, çalıştaylar da, arama konferansları da İzmir gerçeğinden uzak. Zafer Derin, Akın Ersoy, Cumhur Tanrıver hocaların arkeolojik çabaları da olmasa, sanırız ki İzmir’in yaşı 80 ya da 90…

Çabaları, mücadeleleri, düşünceleri asla yok saymıyorum. Bay Arkas, Cem Bakioğlu, Yaşar Holding, Temizocak’lar, Eczacıbaşı falan “bir şeyler” yapıyor, yaptı elbet. Ama örneğin Emir Sultan Haziresi kerameti kendinden menkullere peşkeş çekilirken herkes sustu. Oysa orası sadece bir inanç merkezi değil, işgal zamanında milleti birarada tutan önemli yerlerden biriydi.

Her şeye rağmen, arada sorunlar olsa da şu anda İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger, Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, Konak başta olmak üzere çoğu ilçe belediye başkanı, İl Kültür Müdürü Murat Karaçanta, Vakıflar Bölge Müdürü Muzaffer Ataseven mücadele içindeler. Lakin “yalnızlar”. “Konuşanların” söyledikleri de ne yazık ki “aidiyet” eksikliğinden faydalı olamıyor, somutta kendini gösteremiyor.

İzmir şu anda ciddi bir “öncelikler listesi” sorunu yaşıyor. İzmir dışından medet ummak ise bu sorunu sadece hastalık haline getiriyor. Sosyal medyada kimi eleştirilerin ciddi tutarlılığı olsa da, muhatap bulmada sıkıntı yaşanıyor. İzmir kültürü dediğimiz o kadar geniş içeriğe sahip ki, galiba önce İzmir aidiyeti duyanların dinlenmesi gerekiyor. Yoksa İzmir’i dehşetle seyreylemeye devam edeceğiz daha uzun yıllar. Bu uzun yıllardaysa, zaten yorgun, bitkin düşen İzmir, belki elimizden kayıp gidecek.

Bu yazıları okuyanların bir kısmının bana fena kızdığını iyi biliyorum. Lakin hayatlarında bir kez, bir saniye de yüreklerine izin verip doğdukları ve ziyadesiyle doydukları İzmir’i düşünmelerini rica ediyorum.

***

NE YAPALIM EFENDİLER, SÖYLEYİN!

Evet, açıkça soruyorum erkân-ı devletimiz, Cumhurbaşkanımız, bakanlarımız, valimiz, başkanlarımız, vekillerimiz ne yapmamızı istiyor?

Sanki 30 Ekim depremini biz yaşamadık, sanki biz ölümden dönmedik, sanki bizim sevdiklerimiz, tanıdıklarımız ölmedi, konuk olduğumuz evler, alışveriş ettiğimiz dükkânlar yıkılmadı.

Görmediğimiz yok sayma, işitmediğimiz hakaret, küfür, iftira, itham kalmadı. Vali bey bile çıktı hakaret etti “konforuna düşkünler” diye.

Ne yapalım efendiler? Canı veren Allah, alan Allah. 30 Ekim’de ölmedik diye mi bu kadar zulüm görüyoruz?

Emlakçılar, ev sahipleri, müteahhitler sanki “fırsatçılık” yarışında mücadele ediyor.

Deprem bölgesinde oturmak zorunda olup, satılık veya kiralık başka bir ev arayışına girenlerin başına neler geliyor biliyor mu sayın erkân-ı devletimiz? Kiralar üç katı, bedeller 4 katı.

“Yersen” misali bir zulüm ve gidecek, sığınacak bir liman yok.

Kim bu insanlar?

Bayraklı’nın deprem yıkım bölgelerinde, evleri sağlam diye oturmak zorunda kalan kiracı, mülk sahibi binlerce yurttaş! Bakın “yurttaş” diyorum da, saygımdan… Yoksa zerre yurttaş hakkımız yok bizim.

Deprem oldu ölen öldü, kalan kaldı, şov bitti…

Her geçen gün bir yana, ilk günden beri hiç umursanmayan ama çoğunluğu oluşturan yurttaşlar topluluğunu Vali de dinlemiyor vekiller de. Güya inşaat, hafriyat yapan şirketlerin zulmüne terk edildik.

Örnek benden olsun. Manavkuyu 275/8 ve civarında devam eden dört beş inşaat var. Bu inşaat firmaları o kadar saygısız ve edepsiz ki, ölümden de hastadan da bebekten de anlamıyor. Aylardır belki elli yazı yazdım. Yahu bir Allah’ın kulu, dostum ya da bürokrat merak edip de “ne yaşıyor bunlar bir inceleyelim, soralım, gidelim, bakalım” demedi.

Şimdi inşaatlar hızla ve kuralsız sürerken, kentsel dönüşümün de tetiklediği birden fazla yıkım aynı zamanda başladı. Cumartesi günü sabahın köründe yataktan fırlayıp eşimle sokağa attık kendimizi. Toz, toprak, gürültü dayanılacak gibi değildi.

Tamam, yapılmak zorunda. Lakin bunun tamamen insanca bir yanı olabilir, yıkım yapılacak yerlerin tedbiri sıfır, bilgilendirme sıfır. Ve süren inşaatların tüm sokakları kapatan beton kamyonları. Yahu hiç mi çalışmaz aklı kimsenin? Ya bir hasta olsa, bir yangın çıksa? Nasıl gelecek ambulans, itfaiye?

Lakin boşa yazıyorum, biliyorum…

Kıblesi “müteahhitler” olanların, olmayan vicdanları sorgulanır mı?

Sayın İzmir Valisi’ne soruyorum, ne yapalım?

***

CUMAYA…

- “İzmir Sermayesi ve Kültür” dizisinin dördüncü yazısı gelecek. Aslında beşinci de diyebiliriz, bugün sadece başlık farklı.

- İzmir Büyükşehir Belediyesi Apikam Kent Yayınları'ndan bahsedeceğim size. Duyuyorum bazı sözleri, üzülüyorum. Ama bir laf var hatırlatayım; öyle dağdan gelip bağdakini eleştirmek” yoktur bizim kitabımızda. Önce “ağır” olacaksın ki “insan” diyelim!

- Geçen hafta Cuma günü AK Parti İl Başkanı Kerem Ali Sürekli’nin davetine icabet edip il merkezine kahve içmeye gittim. İlginç iki saat yaşadım. Sayın Başkanın nezaketine teşekkürle yazmam lazım sanıyorum.