2022, İzmir’in kurtuluşunun 100. yılı. 2023 ise Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı. 2022’de, 1922’de olanlar önceliklidir. Önceliklidir ama tarihte her olay ve süreç öncesiyle de düşünülmelidir. Bir yıl önceyi bile unutabilenlerin, 100 yıl önceyle ilgili konuşurken dikkatli olmalarında büyük yarar var.

Yazıp duruyorum size, 1922’nin yüzüncü yılı ile ilgili şu ana kadar duyduklarımdan çok rahatsızım. Bazıları 2022’yi ciddi ciddi 1919’un 100. yılı mı sanıyor ne? Ya da 1922’yi “kurtuluş savaşı” yılı olarak mı görüyor acaba?

Tabii bir de “100 yıl önceyi” ele alırken bir yandan da, İzmir’in son yüz yılını da masaya koymamız, gerçekçi çalışmalar yapmamız şart. Lakin bakıyorum da konuşulanlar sadece “9 Eylül” haftasına odaklanıyor. Bu hem büyük yanlış hem de tarihe karşı saygısızlıktır.

Ocak ayından Aralık sonuna kadar süren bir yıldır 2022. 1922 de öyle oldu tabii. Kafamıza göre “önemli” ya da “önemli” değil diyemeyiz sürecin parçalarına. Örneğin, 9 Eylül’e giden olaylar kadar 9 Eylül’den 4 gün sonra yaşanan İzmir Yangını da mercek tutmamızı bekliyor. Emperyalizmin, suyun iki yanını tokuşturması yetmiyormuş gibi, İzmir’in kadim halklarını da birbirine düşman etmesini 100 yıl sonra anlamamız lazım. Karşılıklı “katliam” ve “kahramanlık” hamasetleriyle yaptığımız sadece emperyalizmin ekmeğine yağ sürmektir. Nasıl 15 Mayıs sonrası kanlı olaylar yaşandıysa, 9 Eylül haftası ve sonrasında da kanlı olaylar ve bir de yangın yaşanmış, binlerce yıllık İzmir, hala içinden çıkamadığı bir “kimlik bunalımına” sokulmuştur, anlayalım artık! Özellikle İngiltere ve İzmir’deki “aile uzantılarının” ciddi araştırılması gerekiyor.

Hasan Tahsin’in Konak’ta anıtı dururken yeni anıt peşinde koşmak yerine, Kurtuluş Savaşı aktörleri olan milisleri gereksizce parlatmak yerine, 100 yıl önce emperyalizmin birbirine düşürdüğü halkları, 9 Eylül 1922’nin muzaffer komutanı Mustafa Kemal Atatürk gibi, barış ve komşuluk duygularıyla haykırmamız gerekir. Kimse bizi “salak ve cahil” yerine koyup iki kahramanlık hikâyesiyle kandırmaya kalkmasın artık!

*****

PAZARTESİ NE GÜNÜ?

Bugünden yazayım istedim. Çünkü biliyorum ki 10 Ocak pazartesi günü, memleket “gazetecileri” hatırlayacak. 10 Ocak “hak hukuk” günü ya, hani on yıllar önce memlekette “basın” medya olmadan önce, “hak hukuk” farkındalığıyla mücadele kazanıp, 212’li oluvermişti ya.

İşte “o günden” beri de, her yıl 10 Ocak’ta “hak, hukuk, özgürlük” falan diyerek, yaşadığımız sürece de bir iki gönderme yaparak, “gazetecinin” özgür olması gerektiğine dikkat çekerek, gün 11 Ocak olana dek yazar konuşuruz işte.

Hatta İzmir’de, İstanbul’dan gelen “gazeteciler” mesleğin ne kadar ağır koşulları olduğunu, siyasi iktidarın gazeteciliği “yandaş ve yandaş olmayan” diye ayırdığını anlatıp, İzmirli meslektaşlarına da “tepeden bakarak” bizi “ezer” artık.

Öyle ya, İzmir’de “gazeteci” yok, İzmir’de hayatını mesleğe adamış insanlar yok, İzmir’de bedel ödeyen, mesleğini yapamayacak hale gelen yok. Gazetecilik sadece İstanbul’da yapılır, İzmir ne ki zaten?

Ben size diyeyim, benim için artık 10 Ocak, İstanbul medyasının -ki hatta içinde İzmir’de yetişip gidenler de var- tüm küstahlığıyla İzmir’i “yok sayma” günüdür. Kim ne etkinlik yapacak pazartesi bilmiyorum. Ama şimdiden yazayım ki, hala İzmir basınının sorunları, gazetecilerin yaşadıkları, yaşamadıkları “masaya yatırılmıyor”. En son Marmaris’te mi nerede CHP’nin düzenlediği “güya” yerel basın toplantısında da gördük ki, İzmir kimsenin hatta İzmir basını İzmir’in de umurunda değil.

Yıllar önceki, gerçek 10 Ocak’tan fersah fersah gerideyiz, hatta 100 yıl öncenin de gerisindeyiz. Pazartesi günü belki akşam size bir 10 Ocak yayını yaparım sosyal medyamdan ama inanın içim yanıyor.

Bugün İzmir’de de basının hali içler acısı. Gazeteler okunmuyor, gazeteci gençlerimiz geleceklerini aydınlık görmüyor. İş dünyası “despot” edasıyla ve “yandaşlık” derecesine göre yaklaşıyor basına. Beynini mesleğe veren pek çok meslektaş ya insanlık dışı maaş alıyor ya da yazdıklarının maddi değeri görülmüyor.

Bu 10 Ocak’ta haykırıyorum yine. İzmir basını birlikte hareket etmeli, “patron” ve “çalışan” arasında “biri yer diğeri bakar” olmamalı. Basın İlan Kurumu gelirleri gazeteye ve gazeteciye harcanmalı, bu gelirler patronlara “devletin harçlığı” gibi görünmemeli.

İzmir basın tarihi mutlaka irdelenmeli. “Muhabirlik” geçmişi olmayana “gazeteci” denmemeli, köşe yazarlarının hepsi “gazeteci değildir. Yönetimler “gazeteci kökenlilerden” oluşmalı. İnternet medyası ne yazık ki “gazetecilik mesleğini” yozlaştırdı. Her önüne gelen kartvizit bastırıp “gazeteci yazar” yazıyor. Kusura bakılmasın ama nasıl bir muhabir “ben doktorum” demiyorsa doktor da “gazeteciyim” dememeli. Hele ekmek mücadelesini başka alanlarda yapanların, “zevk” gibi kendilerine “gazeteci” demeleri mutlaka engellenmeli. Resmi kurumlar, odalar basın ilişkilerinde muhataplarını iyi seçmeli. Gazetecilik, para kazanma alanı değil halka yol gösterme alanıdır.

Geçmişin onurlu günlerini kutlarken veya anarken lütfen yaşadığımız günleri mesleki ahlak şartlarıyla değerlendirelim. Gazeteci “politikacı” değildir, siyasal üsluplarla mesleki günler anlaşılmaz.

Ve İzmir’e bir not: İzmir’in basın tarihi, İstanbul’a ders verecek kadar köklüdür. Bu yüzden İstanbul gazetecilerini onurlandırmaktan vazgeçelim. Bizim onlardan değil, onların da bizden “öğrenecekleri” çok çünkü.

Nerede o eski “10 Ocak’lar”!

Ciddi olalım, gerçekçi olalım, özgüvenli olalım ve kibirli tuzu kurulara “hayran” olmayı bırakalım.

*****

BEN 'FAKİRLİK' EDEBİYATI YAPMIYORUM!

Duymak istemeyen duymaz!

Görmek istemeyen görmez!

Okumak istemeyen de okumaz, olur biter.  İsteyen istediği gibi kandırabilir kendini. Hatta üç beş yerden geliriyle, herkesin aynı şekilde geliri olduğunu da iddia edebilir. Ancak kimsenin haddi değildir bana “öyle yazamazsın, böyle konuşamazsın” demek. Lakin “bazı tipler” İzmir’de kendilerini iyice vazgeçilmez, hatta ölümsüz falan görüyor galiba. Şu anda İzmir’de de, Türkiye’de de fakir fukaralık artıyor. Bunu yaratan AKP olmasa da, zirveye ulaştıran kesinlikle AKP’dir. Bu fikrime tabii ki partinin mensupları, destekleyicileri inanmaz. O halde okumazlar olur biter. Nasılsa onların izlemesi için pek çok kanal, kerameti kendinden menkul yayınlar yapıyor. Gazeteleri de yazıp duruyor.

Ama “dert” başka tabii…

Şimdilik yazamasam da, kimlerin “nereden nereye” ve “nasıl” yükseldiğini biliyorum. Tek partili, çok partili tüm zamanlarımızda, prensler, papatyalar, laleciler, beyefendiciler, “hanfendiciler” çok gördük, öğrendik. Her krizde bir anda zengin olanlar, zengin olmak için siyasete girenler hep oldu. Ama AKP’nin, özellikle son yıllarındaki gibi, keskin ayrıştırmalar olmadı. Bugün her hizmette dahi “AKP’li olan olmayan” ayrımı yapılıyor. AKP’li depremzedeyle, AKP’li olmayan depremzede olduğunu, mesela son “kuralarda” duyduk, öğrendik. Ya da işe alımlarda “parti üyeliği” zorunluluğunu kimse inkâr da etmiyor.

Fakat bizzat şahit olduklarımı yalanlamaya cüreti ilk kez görüyorum. Bugün kasaplar, artan kemikleri sokak köpeklerine vermiyor, kilosunu 10 liradan vatandaşa satıyor. Tavukçular “çorbalık” diye bir icat yapmış, tavuk artıklarını vatandaşa satıyor. Hatta “çorbalık” adında “ünlü market zincirlerinde” ürün var.

Bana akıllarınca “doğruyu” hatırlatanlara ben de güneş batarken semt pazarlarına gitmelerini öneriyorum. Keşke bana “fakirlik edebiyatı” suçlaması yapanlar, beyinlerinin farkındalığıyla iki, üç “edebi” roman okusalar.

Kendi zenginlerini yaratırken, çoğunluğu fukaralığa itenleri acaba 100 yıl sonra nasıl yazacak tarih?