Tam da, Körfez Savaşı denen, dünyanın başına yeni bir belanın açıldığı ve yaralarının bugün de gürül gürül kanadığı zamanlara denk getirilmişti “300 Spartalı” adlı kült film. Emperyalizmin yancılığına soyunanlar “1 koyup 3 almak”, “kazan-kazan” gibisinden, kadim Anadolu topraklarında o güne kadar söylenmemiş “çeviri” laflarla işi parlatırken, bir yandan “Savaşa Hayır!” diyenleri vatan haini ilan edip, bir yandan “Onların en iyi ihraç ürünü askerleridir” diyebilenlere övgüler düzerken, biz sinema salonlarında birer “Leonidas” kesiliyorduk. Dünyayı “borsa, medya, Hollywood” üçgeninde biçimleyip, geride kalanları din, milliyet ve hamaset bulamacında birbirine kırdıranlar, bir kere daha başarıyordu. Sağlam bir senaryo, olağanüstü bir sinema tekniği ve taktik-zamanlama başarısı tartışılamaz bir “küresel mühendislik” ürünü olan film, tam da Mustafa Kemal Atatürk’ün öngörüsünü kanıtlıyordu: “Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek dünya medeniyetinin cephesini değiştirecektir.”

Pek övündüğümüz Çanakkale üstüne doğru düzgün bir film çekememiş bir memleketin çocukları olarak, “Troya”yı bayılarak izlememiz ve sonunda filmde kullanılan “Tahta At”ın armağan edilmesini zafer olarak ilan etmemiz, ancak “Troya nerede?” diye sorsan on kişiden altımızın yerini söyleyememesi bundandı. Kurtuluş Savaşı'nı, Turgut Özakman da olmasa, gönül ve bilinç rahatlığıyla yazamamış ve sanata dönüştürememiş bir ülke olarak, mahvettikleri Kızılderililerden, cehenneme çevirdikleri Vietnam’dan yüzlerce film çıkaran Amerika’ya hayranlığımız bundandı.
Derdim, “Emperyalizm ve sinema” başlıklı bir tez yazmak değil. Yalnız sinema değil, sanatın ve hayatın her alanından örneklerle, konuyla ilgili pek çok çalışma okumamızı bekliyor. “300 Spartalı”yı anmamın nedeni başka ve bu “neden” elbette bir yazıyla irdelenecek kadar basit değil.

Filmi izleyenler anımsayacaktır. İhanetler, işbirlikçiler, din ve ahlak soytarıları vb derken, Spartalıların yenilmesi kaçınılmaz hale gelir. Olağanüstü kalabalık gizemli savaşçılara, vahşi fillerden ateş kusan makinalara dehşet verici donanıma sahip ordularının başında bulunan ve kendini “Yarı Tanrı” olarak gören Pers Kralı I. Serhas (Kserkses ya da Persçe Hşayarşa), Spartalıların kralı I. Leondias’a “Teslim ol” der. “Onur bahşetme” vaadi ve “işbirliği” teklifinin reddedilmesinden sonra, en ölümcül tehdidini yapar: “Yoksa kütüphanelerinizi, anıtlarınızı, tapınaklarınızı ve uygarlığınıza dair ne varsa hepsini yok edebilirim. İnsanlık hafızasında size dair en küçük bir kırıntı bırakmayabilirim!”
Leonidas, beklendiği ya da beklenmesi gerektiği gibi yüz vermez ve bir avuç Spartalı “kahramanca” ölür. Film, Frank Miller’in İ.Ö. 480 yılındaki Termopil’de yaşanmış gerçek bir savaştan yola çıkarak yazdığı çizgi romanının uyarlamasıdır. İkincisi de çekilmiştir.

Filmin baştan bu yana anlattığımız meramı bir yana, bize aslında bilerek ya da bilmeyerek yaptığı bir “iyilik” var. O da “hafıza” üstüne düşünmemizi sağlamaktır.
Hiçbir toplum, hafızasız yaşayamaz. O hafıza dildir, kültürdür, birikimdir, bireysel ve toplumsal üretim ve iletişim ağıdır, toplumsal evrimler ve devrimler sonucu ulaşılan dün-bugün-yarın diyalektiğidir. Bu zincir koptuğu anda, toplumlar durur, çürür ve ölür. Tarih bilinci, bu yok oluşa karşı en önemli panzehirdir. Hemen yanında sanat devreye girer.
Rengi, kokusu, tanımı ne olursa olsun, gerici her sistem, toplumsal hafızayı silmeye, bu hafızadan işine yarayanları alıp, ötekileri reddetmeye ve nihayet yok etmeye kalkışır. Kristal Gece’den Palmira’nın mahvedilmesine, tarihteki hafıza temizliklerini acı ve utançla anımsıyoruz. Hafıza yalnızca kanla, gözyaşıyla silinmez. Tarihi çarpıtmak, eğitim ve öğrenimi bu anlamda ayıklamak, belge ve bilgiye ulaşımı engellemek, bilimi ve onun kalesi üniversiteyi sıradanlaştırmak, düşünce ve ifade özgürlüğünü çiğnemek, korku ve tehdidi yaşam biçimi olarak dayatmak da, hafızayı durdurma, geriletme ve nihayet sıfırlama taktiklerinden biridir.

“Hafıza Mühendisliği” ve cinayetleri, gelecek yazının da konusu olacaktır.