Türkiye, sözde halkın kendi kendisini yönettiği bir demokrasi. Ama temiz su getirmek, atıkları götürmek, sokakları temizlemek dahil günlük hayatı yakından ilgilendiren işleri yapan belediyelere başkan adaylarını, birkaç istisna hariç, oligarşik ve otokratik siyasi partilerin genel başkanları ve merkez yönetimleri belirliyor. Partilerin çok azında adaylar üyeler arasında önseçimle belirleniyor. Bazı partiler temayül yoklaması, bazıları anketler yaparak parti üyelerinin kimi ne kadar beğendiğini, bazıları halkın kime ne kadar oy vereceğini ölçüyorsa da genel başkana ve merkez yönetime biat etmek, aday gösterilmenin olmazsa olmaz şartı.

Siyasi partiler halkın iradesini devlete yansıtan kurumlar değil, adeta yönetici kesimin özel mülkü gibi. Tabandan merkez yönetime giden yolu tarif eden bir siyasi kariyer planı yok. Kendi yolunu bulup temiz siyaset yaparak ilerlemek isteyenlere ise kirli parti labirentlerinde geçit verilmez.

Siyasi Partiler Yasası, seçmenin iradesini partilerin yönetimindeki oligarşik zümreye tâbî kılarken, seçim yasaları halkın ortak aklının ve bilgeliğinin devlet yönetimine yansımasını engelliyor. 1960 öncesindeki tek partici ve çoğunlukçu anlayış, halkın iradesini bulandırıyor. Yüksek seçim barajları ve minnacık seçim çevreleri ile Meclis’te suni çoğunluk oluşturuluyor; yüzde 35 oy alan partiye yüzde 60'a varan milletvekilliği ve istediği gibi kanun çıkarma hatta anayasayı değiştirme imkânı veriliyor. Çoğunluk partisi cumhurbaşkanını da seçtirdiğinde tüm devlet güçleri tek kişide toplanarak güçler ayrılığı ve demokratik devlet fiilen yok oluyor. Anayasa Mahkemesi’ne hâkim olan genel başkan, adeta monarşik bir kral gibi devletin tamamına hâkim oluyor.

Bir kere siyasi parti genel başkanlığını ve merkez yönetimi ele geçirenler, işte bu nedenlerle partiye adeta zorla hâkim olurlar. Etkili liderlik ve iyi yönetimle partilerini kendi kendine yeter hale getirmek yerine, hazine yardımına meylederler. Hazine yardımlarını, parti teşkilatını kendilerine muhtaç edecek şekilde sarfederler. İlçeleri illerde, illeri genel kongrelerde temsil edecek delegeleri kendilerine sadık kimselerden oluştururlar. Kendi seçtiklerine kendilerini genel başkanlığa seçtirirler. Yani partilerin gerçek manada üye tabanı da yoktur. Deniz Baykal, Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi kendileri bırakmadıkları ya da istifaya zorlanmadıkları sürece, partilerin genel başkanları ve merkez yönetimleri kolay kolay değişmez.

***

Hazine yardımları ve çoğunlukla iş insanlarının siyasi yatırım amacıyla yaptığı yardımlar siyasi partilerin dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Kimin ne kampanya faaliyeti yaptığının ve ne harcadığının kaydını tutulmadığı, kaynağı nereden ve nasıl bulduğunun sorulmadığı seçimlerde en yüksek oyu almak için kıyasıya ve kıran kırana bir yarışa giren siyasi partiler, gayrimeşru kaynaklara yönelirler. En kolay erişilen verimli kaynaklar ise beldelerindeki her türlü imar ve yatırım kararlarında kilit rolü olan belediyeler.

Belediye başkan adaylıkları, kaybetme riski oldukça yüksek bir yatırım alanı. Büyük kampanya yapabilecek, bunun için büyük miktarlar yatırabilecek, seçimi ve yatırımını kaybetme riskini alabilecek olanlar aday adayı oluyorlar. Adaylar seçimi kazanırsa yatırımlarını kat be kat gayrimeşru olarak geri alıyorlar. Ancak bir kere o yola girince gayrimeşru birikimlerini o yola dökmek, parti için harcamak, partilerine kazancın hesabını vermek zorundalar. Hatta bu menfaatler seçilenlere de bırakılmıyor. Yolsuz işlemi seçilenler yaparken, gayrimeşru menfaatleri başka mutemetler topluyor.

Siyaset sahnesinde oynanan gerçek oyunun, halkın kıt kaynaklarını yolsuzlukla sömürmek olduğunu herkes biliyor. Fakat adı “Yolsuzluğun Dayanılmaz Çekiciliği” olan bu oyunun ulu orta oynanmasına kimse itiraz etmiyor. Ülke çapında 1393 belediye için yapılacak seçimlerde halktan en yüksek oyu alarak yolsuzluk imkanlarını kapma yarışı, yolsuzluğu ülke tabanına, neredeyse günlük hayatımızın her anına yayıyor.