Önce bir iç döküş… Herhangi bir sorunun yüreğine, yaşamdaki karşılığına ve çözümüne dair lafazanlıktan uzak yanıt arayışlarına yöneldiğinizde, ya derin bir sessizlikle karşılanıyor ya da görmezlikten geliniyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın, her sözcüğümüzün bir hikmet, her tümcemizin biricik çözüm olduğunu iddia etmiyoruz. Bu ne kadar anlamsız, saçma ve sağaltılmaya muhtaç bir hastalık itirafı olurdu. Söylemeye çalıştığımız şey şudur; genellemelerle, ajitasyonla, ortadan kestirmelerle ya da hamasetle konuşup yazdıkça “makul ve makbul” görünürken; cümlesini reddettiğinizde, konjonktürü ya da “zamanın ruhu” sınırlarını zorladığınızda “meçhul, melun, öteki” olmanız işten değildir. Bu gerçek, ele aldığınız konu ülke genelinden kentin özeline yürüdükçe, kendini daha da çok göstermektedir. Bunun en acınası yanlarından biri de, dün sizinle aynı şeyleri söyleyenlerin, bugün susması ya da dün reddettiklerini bir “tarz-ı hayata” çevirmeleridir. Ta ki, bu omurgasızlığın bir tezahürü olarak, bir gün ikbal kapısının suratlarına çarpılmasına, örnekleri gibi bir köşeye atılmalarına kadar. İç döküş bu kadar, diyeceğimizi dedik, gerisini elbette zaman gösterecek. Konumuza geçelim.

Küresel salgın, onca yıkım ve acı yanında, ilk günden beri söyleyip yazdığımız gibi tarihsel bir turnusol süreci olarak fotoğrafımızı çekiyor. Çapsızlık, cehalet, öngörüsüzlük, hazırlıksızlık, gerçeği hamaset altına süpürmek… Yeryüzüne çökmüş bulunan ve diktatoryal demokrasiden beslenen “Neo Ortaçağ”, tarihsel bir ironi olarak “Korona” (Taç) sayesinde, dayattığı ezberlerin paramparça olmasının telaşını yaşıyor. Her türlü elektronik oyuncağına, ışıltılı illüzyon sahnesine, çığırtkan piyasasına, medya tahakkümü ve gündem belirleme çabasına rağmen, filmin final jeneriği yaklaşıyor. Yapımda ve yayında emeği geçenlerin ödeyeceği faturalar uyku kaçırtıyor. Egemenlerin ve avenesinin bu krizden sıyırmak adına, şiddetten tehdide, abuklamadan provokasyona koşuşturmaları ve “normalleşme” adıyla, tek çarenin yine kendileri olduğunu gece gündüz yinelemeleri bundandır. Yeryüzü asıl krizi, salgının dinmesinden, doğallaşmasından sonra yaşayacak. Akıl ile bağnazlığın, barış ile savaşın, bilim ile yobazlığın, nitelik ile vasatın mücadelesi, yeryüzü için yeniden ve daha kesif yaşanacak. Bunu görmek için, kâhin ya da Hawking falan olmaya gerek yok.

Sorun, sanat için de, bu hakikati görmekte yatıyor. Ormanda yangın cehennemi yaşanırken, bülbülün şakıyacak dal araması ne beyhude, ne anlamsız ve ne acımasız bir tavırdır. Aç karnına mehtap izlenmiyor, doğru. Medar-ı maişet motoru benzin istiyor, muhakkak. “Viran olası hanede evlad-ü ayal var”, elbette. Ne yazık ki “Gemisini kurtaran kaptan” anlayışı, bu coğrafyanın en büyük ezberidir, heyhat! Ancak bu gerçeklerin kabuğunu kaldırdığımızda, alttaki yaranın egemen tarafından sürekli irinle doldurulduğunu da görmeliyiz. Bizi kendi dertlerimizle baş başa bırakmak, uğraş alanımızı kristalize etmek, “Ya bendensin ya toprağın” dayatmasıyla himmet ve sadakasına muhtaç etmek, korkutma ve baskıyla tencereyi sürekli kısık ateşte tutmak, bu irinin tezahürleridir. Böyle böyle uğraş alanımızın yaşamın bir parçası olduğunu unutmaya, yaşadığımız sorunların genelin bir yansıması olduğunu görmemeye başlarız. İşin en feci sonucu, hiç olmazsa kendi yaşam alanımızı paylaşanlarla dayanışma ve işbirliği göstermek varken, birbirimizi rakip gladyatörler gibi görmektir. Sanat da, öteki yaşam alanları gibi, bu tehlikenin kıyısındadır ve uçuruma işaret etmek, gün geçtikçe yorgunluğu ve yalnızlık hissini peşinen kabul etmeyi gerektirmektedir.

 Keşke üç beş kişilik, vaat edilmiş ve dünün tüm duruşlarından vaz geçmeyi dayatan işlerle oyalanmak, bu olumsuzlukları ortadan kaldırabilseydi. Keşke birkaç kes yapıştır haberlerin öznesi olmak, kente ve ülkeye sanatın sözünü-tavrını-estetiğini kazandırabilseydi. Birkaç yakın ve yarenin, bomboş olduğunu herkesin bildiği herzeler hakkında övgüler düzmesi, “normale” geçtiğimizde yaşanacak ağır sorunlara, bir parmak merhem sürebilseydi. Kriz öncesi zaten kopmaya yüz tutmuş yaşamla bağı, kriz sonrasında sanatın yaşamla, sokakla, kamuyla bağını tutmaya yeter mi? Yoksa “sürü bağışıklığı”, önce sanatta mı kendini gösterecek? Egemen kendisi için elbette bunu istiyor. Ya biz neyi istiyoruz? Demiştik, bir kaçı yazı konumuz bu olacak. Haftaya sürdürelim.