Organ Bağışı Haftası’nı geride bıraktık.
Türkiye, organ bağışında çok gerilerde. Klasmana bile girecek durumda değil.
Birinci sırada İspanya var. İspanya, bununla ilgili sistemi oluşturduğu için şanslı. İran’da organ bağışı, bağış olmaktan çıkıyor, adeta mecbur ediliyor. O da ön sıralarda.
Türkiye’de organ bağışı konusundaki propagandaların ya yanlış ya da yeterli olmadığı ortaya çıkıyor.
İnsanımız, bir tereddüt halinde hemen Diyanet’e başvuruyor. Sordukları sorular da şöyle:
“Bağışladığım kişi, benim organımla günah işlerse ben, bu günaha ortak olur muyum?”
“Bir gün dirileceğimiz söyleniyor. Eksik organla dirilirsem durumum ne olur?”
Sorular, böyle sürüp gidiyor.
Oysa Diyanet’in organ nakli kampanyalarına desteği tam. Bir can kurtarmanın sevap olduğuna ilişkin ayet hatırlatılıyor ve hiçbir sakınca olmadığı sıkça vurgulanıyor.
Türkiye’de 2 bin 139 kişi karaciğer, 21 bin 703 kişi böbrek, 522 kişi kalp, 47 kişi akciğer, 3 bin 772 kişi kornea nakli bekliyor. Toplam bekleyen sayısı 24 bin 226. Ama donör sayısı çok ama çok az.
İzmir, en iyi durumda olan kent. Şimdiye kadar 19 bin bağış yapılmış. Binlerce hayat kurtarılmış.
Ama dediğim gibi alacağımız daha çok yol var.
Uzmanlar, organ bağışlarken bazı konulara dikkat çekiyorlar.
Birincisi organ bağışından bir yakınının haberi olacak. İkincisi o yakınının itiraz hakkı olduğu unutulmayacak.
Organ bağışı, sağlık kurumlarının bütün birimlerine yapılabiliyor. O da bir kolaylık.


***

Bu kitabı mutlaka edinin

bülent-2Bülent Katarcı, mesleğimizin pırlanta temsilcilerinden biridir.
Hep mutfakta çalışmayı yeğlemiş başarılı bir gazetecidir.
Milliyet Gazetesi’nde güzel günlerimiz geçti. Görevini yapar, kimsenin işine karışmaz, kendi dünyasında mutlu olurdu bana göre.
Hepimiz, onu çok sevdik, seviyoruz.
Bir anıyı da paylaşmadan geçmeyeyim:
Günaydın İzmir Bürosu’nda çalıştığı yıllarda; o dönemde gazetenin İzmir Bürosu Temsilciliğini yürüten Can Pulak, eşi ile otomobile binip, İş Bankası’nın Kordon’daki bir davetine giderler. Can Pulak, davette bir görünmek istediğini söyleyip otomobilini deniz kenarına park eder. Eşi gelmek istemez, “Ben bekleyeyim” der.
Ama Can Pulak, otomobilinin el frenini çekmeyi unutur, araba kayıp denize düşer. Mevsim kış olduğu için pencereleri kapalıdır ve Can Pulak’ın eşi feci şekilde boğulur.
Bülent Katarcı, o sırada gazete bürosunda nöbetçidir. Polis anonsundan durumu öğrenince olay yerine koşar, elbiselerini bile çıkarmadan denize atlar ve ne yazık ki, bir şey yapamaz.
Onu izleyen balıkçı ve dalgıçlar bile cesareti karşısında şapka çıkarır.
İşte Bülent Katarcı, böyle bir gazeteci, böyle bir adam.
İşte o Bülent Katarcı, meslek hayatının çok önemli bölümünü sağlık muhabiri olarak geçirdi. Kafa karıştıran sağlık haberleri içinde en doğrusunu yazarak okurlarını doğru bilgilendirmeyi amaçladı. Bu yönüyle sağlık sektöründe de saygın bir yer edindi.

bülent-1
Bülent, röportaj yaptığı, görüştüğü 100 hekimden aldığı sağlık tüyolarını “Yüz Doktor Yüz Hastalık” adlı kitabında topladı. En önemlisi, bu kitabı hazırlarken 15 gün içinde o hekimlerden 100 ıslak imza topladı.
İnanılmaz bir el altı kitabı. Sağlık konusunda merak edilen her konuyu, en uzman kişisinden aktarıyor okuruna Bülent.
Bu kitaptan mutlaka edinip siz de el altı kitabı olarak saklayın derim.
Bülent, çok ilgi gören bu kitabından sonra “Hastalıkları önleyici önlemler” konulu bir ikinci kitabını daha hazırlıyor. O da tamamlanmak üzere.

***
Kalipsoyu seversiniz


kalipso-metin-ersoyYoutube’u açın, kalipso yazın. Sonrasını izleyin.
Karşınıza, sizi bambaşka alemlere götüren bir müzik çıkacak.
Kalipso, Karaibler’in ünlü adası Trinidad’ın adeta milli müziği. Farklı enstrümanlarla çalınıyor ve inanılmaz etkileyici bir şey.
Kalipso’yu dünyaya tanıdtn Harry Belafonte.
Bizde de 70’li yıllarda Metin Ersoy. Geçenlerde 83 yaşında öldü.
İyi dostumdu, iyi müzik adamıydı ve pozitif kimliğiyle herkesin gönlünde ayrı bir yer edinmişti.
“Ah o gemide ben de olsaydım” şarkısı, dillerden düşmedi yıllarca.
Müziği erken bıraktı. Kendini evine kapadı. Arayanlar, onu en yakın camide bulur oldular. Oğlu dolayısıyla bir olaya adı karışınca hepten kabuğuna çekildi.
Yaşıyor olsaydı ve bugün de Kalipso söyleseydi, eminim yeni kuşaklar onu çok severdi.
Tıpkı Santana gibi o da kalplerdeki yerini korurdu.

***

Osmanlıca öğreniyoruz…

Latin harflerine geçmemizin tarihi 1 Kasım 1928. Yani 89 yıl önce.
Türk insanına okuma yazmayı öğretmede büyük kolaylık sağlayan önemli bir devrim bu.
Atatürk, bunu bir gecede başaramayacağını biliyordu. Ama koca ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı 300 bini bile bulmuyordu.
Alfabe gibi mucize bir kitap, bizim kuşağın kısa zamanda okuma yazma öğrenmesinde en önemli etken oldu.
Devletin de desteğiyle okuma yazma konusu özendirildi ve bu günlere gelindi.
Gelindi ama şimdi de bir Osmanlıca konusu ortaya atıldı. Osmanlıca’yı hortlatmak, bu alfabeyi bilen nesiller yetiştirmek için marşa basıldı.
“Elif be te se…”
Öyle başlıyor ve gidiyor.
Zannediliyor ki, öğretim bittiğinde Osmanlıca öğrenilmiş olacak.
Nerede?
Osmanlıca, çok versiyonlu bir “dil”. Onun her versiyonunda ayrı bir okuma ve yazma tekniği var. Birbirini tutmayan kurallar, birbirine uymayan yazı ve okuma yöntemleri sayesinde bugün üzerinde “Osmanlıca” diye karar kılınmış bir şey yok.
Atatürk Lisesi’nin müzesini hazırlayan rahmetli Nail Esmer, Osmanlıca’nın bütün versiyonlarını iyi bilen bir araştırmacıydı ve bu anlamda belki tek referanstı.
O ölüp gittikten sonra bu boşluğu dolduracak kimse yok.
Mübadele döneminde babama verilen belgeler Osmanlıca... Ama hangi versiyondan yazıldığını bilmiyorum ve bugüne kadar da kimseye okutamadım. “Osmanlıcanın feriştahını bilirim” deyip belgeyi bir hafta inceleyenler, sonra yan çizdiler.
Yani durum şu. Geçmişimizi iyi öğrenmek için Osmanlıca bilinecek ama okullarda seçmeli ders olmayacak. Bir enstitü bünyesinde Osmanlıca’nın bütün alternatifleri bir bütün haline getirilerek değerlendirilecek.
Bu, öğrencilerin yapacağı şey değil. Bu, ciddi bir araştırma meselesi. Ciddiye alınması gereken bir konu.
osmanlıcaOsmanlıca’dan Latin harflerine geçişte yapılan propagandalarda bu figür sıkça kullanıldı. Osmanlıcada “Gül”, “Gel” ve “Kel” kelimeleri aynı şekilde yazılıyordu ve bu da büyük sorunlara yol açıyordu.