Şehircilik alanında uzmanlaşmış yerel yöneticilerin hem toplumsal, hem de ekonomik açıdan toplu taşımacılığı özendirmeleri doğaldır.
Çünkü toplu taşımaya gösterilen ilgi, kent yaşamını da kolaylaştırır. Trafik rahatlar, havadaki egzos oranı azalır, biraz da ülke ekonomisi bundan kazançlı çıkar.
Böyle bir kararlılık, İzmir'de de var. Kenti yönetenler, halkın otobüse, metroya, İZBAN'a binip bunlarla seyahat etmesini istiyor.
Kampanyalar yapılıyor.
İnsanlar da bu kampanyalara kanıp toplu taşım araçlarına hücum ediyorlar.
Ve sonuçta hayal kırıklığı yaşıyorlar.
Özel araçlarıyla trafikte işkence görmekten kurtulduğunu sanıp otobüse, İZBAN trenine binenler, "balık istifi" olgusu ile tanışıyorlar ve aldatıldıklarına inanıyorlar.
Körfez vapurları hariç bütün toplu taşım araçlarında kendilerine haksızlık edildiğini anlıyorlar. Hele bu kentte çok uzun yıllardan beri yaşıyorlarsa ve çileleri hep bitecek umuduyla yaşadıklarından onlara darbe daha da büyük oluyor.
İşte o zaman insanca yaşam adına beslenmiş bütün umutların ipleri kopuyor.
Yerini öfke ve tepki alıyor.
Çünkü; o insanlar, Türkiye'nin üçüncü büyük kentinde yaşamanın ayrıcalığıyla tanıştırılmak istemeyen bir irade ile karşı karşıya geliyorlar...
Evet, bu kadar edebiyat bir yana; vatandaşı toplu taşıma araçlarına özendirmek isteyenlerin bu altyapıyı da hazırlamaları gerekir.
İZBAN, yakalanmış büyük bir fırsatken, ne yazık ki, bu fırsat kaçırılıyor. Çünkü İZBAN'ın yüzde 50 ortağı Devlet Demir Yolları, sanki anahat trenleri tıklım tıklım doluyormuş gibi, İZBAN trenlerinin serbestçe çalışmasına izin vermiyor.
Bazen belki bin 500 yolcusuyla seyreden İZBAN treni, makasta, 30 yolcusuyla seyreten Tire veya Ödemiş trenine yol vermek için dakikalarca bekliyor.
Otobüsler, sabah ve akşam saatlerinde vatandaşa resmen işkence ediyor.
Metro seferlerinde, hala zıklaştırma uygulaması hayata geçirilmedi.
Sonuçta "balık istifi" yaşamımızın bir parçası oldu.
İyi niyetimizin kurbanı edildik.

***

Kadınların gündemi o kadar zengin ki...


Kadın örgütlerinin ana maddesi "Kadına şiddet."
Bütün örgütler, böyle bir şiddetin ülke gündeminden kalkması için öylesine büyük gayret sarfediyorlar ki...
Etkili oluyorlar mı?
Evet.
Tamamen başarıyorlar mı?
Hayır.
Çünkü süregiden koşullar, onlara bu fırsatı sunmuyor.
Bazı örgütler, sadece "kadına şiddet"e takılıyorlar.
Kadının onca sorununu es geçiyorlar.
Örneğin "Kadının toplumda daha güçlü olabilmesi."
"Kanser."
"Hijyen farkındalığının sağlanmaya çalışılması." gibi.
İşte Türk Kadınlar Birliği Güzelbahçe Şubesi, bu sorunları dikkate alarak mücadele yelpazesini biraz geniş tutmuş. Derneği 2010 yılında kurmuşlar. Kurucu Başkan Hatice Güldeniz Tokat ile Yardımcısı Meral Kaya, konuğumuz oldular. Meral Kaya ile uzun yıllar Ekspres Gazetesi'nde çalıştık. Daha o yıllarda faal bir kadındı ve bugün gelinen noktada Hatice Hanım ve Meral, el ele vermişler, o geniş yelpazede kadının nice sorununa çözüm aramak üzere geceli gündüzlü çalışıyorlar.
Yol haritaları belli:
"Elbette kadına şiddet konusunda duyarlıyız, olacağız da. Ama aynı zamanda cumhuriyetimizin değerlerini korumak, Atatürk ilke ve inkılaplarında kadına dair kazanılmış hakların farkındalığını sağlamak ve bunun sunumunu yapacak seminerler düzenlemek... Kadının kendini güçlü hissedeceği sağlıklı bir ortamı yaratmak, kander ve elbette hijyen farkındalığını sağlamak. Çalışmalarımız bu zengin kategoride doludizgin gidiyor. Bir adım atsak bile mutlu oluyoruz. İnşallah kadının, sorunlarından arındırılmış bir ortama kazanacağı günleri görebilmek umudu var içimizde. Bu umudu hep canlı tutuyoruz ve hedefe bu inançla yürüyoruz."
Kadının iyiliği için atılan lher adım kutsaldır.
Bütün kadın derneklerinin yolu açık olsun. Tıpkı, Güzelbahçe'dekiler gibi.

***
Türk Sineması


Eskiden Yeşilçam vardı, kendi filmlerimizi izlerdik. Fakir kız, zengin erkek teması sıkça işlerse de o filmler bizim filmlerimizdi.
Ayhan Işık'ı, Türkan Şoray'ı, Ediz Hun'u, Filiz Akın'ı, Cüneyt Arkın'ı, Tarık Akan'ı bu filmler sayesinde tanıyıp sevdik.
Hulusi Kentmen'in babacanlığını, Vahi Öz'ün, Öztürk Serengil'in komikliğini o filmler sayesinde keşfettik.
Sinema salonları, Türk filmi oynuyor diye dolar taşardı.
Galalar, ayrı bir keyifti o yıllarda. Ve İzmir'de hemen her mahallede bir sinema vardı.
Hele yazlık sinemalar. Doyumsuz bir ortam sunardı insana.
Sonra ne oldu?
O sinemalar, birer ikişer kapandı, butik sinemalar açılmaya başlandı, Yeşilçam zaten yok oldu ve sinemada yeni bir düzen başladı:
Amerikancı düzen.
Bu öyle bir düzendi ki, Amerika sinema adına ne diretiyorsa o oluyordu. Hollywood'un ünlü şirketleri, dünyadaki tüm sinemaların işletmecisi oldular. Hangi filmin oynatılacağını merkezden belirliyor, Türk filmlerine geçit vermiyorlardı. Sonra "bağımlı Türk Sineması"na mali destek verdiler. Türk yapımcılar tarafından kendilerine sunulan projeler onaydan geçerse destek veriliyor ve bu filmlere, o sinemalarda gösterim fırsatı sunuluyordu.
Saçma sapan yabancı filmler, seyirci toplamasa da gösterimde inatla tutuluyor, Türk filmlerine sıra sonra gelebiliyordu.
Ve nedendir bilinmez, en ateşli antiemperyalistler bile farkında olmadan bu sinema salonlarında sözüm ona "bağımsız Amerakin Sineması"nın filmlerini seyrediyorlardı.
Şimdi bu hakimiyet yüzde 80'lerde seyrediyor. Güney Kore'li yatırımcılar da bu yüzde 80'lik yapının önemli hisselerini satın aldılar. Yakında sinemalarda bolca vurdulu kırdılı Uzak Doğu filmleri izleyeceğiz.
İyi niyetle ayakta durmaya çalışan Türk Sineması, bu kabuğu kırmaya çalışıyor, varlığını kanıtlamak istiyor ama o kadar kolay değil.
Engeller o kadar büyük ki...

***

Atıf'lı yıllar


İzmirlilerin, geçmişte buluşma noktaları vardı.
Yaz olsun, kış olsun, özellikle akşam saatlerinde dost buluşması gerçekleşirdi bu noktalarda.
Önceleri Ankara Palas'ın altındaki Ali Galip Pastanesi'nde...
Sonra uzun soluklu bir dönem; Konak'ta iskelenin hemen bitişiğinde Atıf Gazinosu'nda.
Denize sıfır konumuyla Atıf, gerçekten isnana huzur ve güven sunan bir mekandı. İsteyen çay, isteyen kahve, isteyen meşrubat içer, tostunu yer, özellikle yaz akşamları imbatın sunduğu serinlikte doyumsuz sohbetlere ortak olurdu.
Atıf Gazinosu'nu, aynı yıllarda Fuar'daki Mogambo'yu da işleten Atıf Gönülşen çalıştırıyordu. İzmirli, çevresi geniş, köklü bir aleden gelen Atıf Gönülşen, bu mekanı, her kesime hitap eden bir kimliğe kavuşturmuştu. Zengini, fakiri, ünlüsü, ünsüzü, forslusu, forssuzu, herkes burada bir arada oturmanın huzurunu ve rahatını yaşardı.
Müzik ve alkol yoktu.
Özellikle Konak çevresinde çalışanlar ya da işyeri olanlar, burada soluklanır, sonra da hemen yandaki iskeleye yanaşan vapura binip evlerine giderlerdi. Bornova'da, Buca'da oturanlar için de ulaşım sorunu yaşatmazdı Atıf.
Atıf'lı yıllar, Konak'ta peşpeşe gerçekleşen düzenlemelerle sona erdi. Körfezin doldurulmasıyla Atıf yıkıldı, gitti. Oysa buraya böyle bir mekan pekala yapılabilirdi. Çünkü İzmir'in, İzmirlinin böyle denize sıfır konumda mekanlara ihtiyacı vardı.
Olmadı, olamadı.