Kahırsıcak, bungun, bunalımlı, kaygılı, kalbi kırık günlerden geçiyoruz; geleceğe dair umutsuzluk sarmalına bürünmüşüz!
Serin sevgilere, gerçek dostluğa, özenli barışa, özveriye, dayanışmaya, aydınlanmaya öylesine çok gereksinim duyuyoruz ki…
İyi, güzel, doğru, düzgün olanı bulmak adına duruşlarımızla, davranışlarımızla kendimizden uzaklaştığımızın, yabancılaştığımızın ayrımına varamaz olduk sanki!
Ne çok “öteki”ler oluşturuyoruz içimizde!
Ben dediğimiz olgunun dışında saklıyoruz içimizdeki doğru beni. İçi kan ağlarken, dışarıya aman böyle yansımasın diye kandırmacalar içinde olan insanlar gibiyiz kimi zaman.
Yüzünde kaypaklığı, dönekliği, sahteliği taşıyan insanları gördükçe, tanıdıkça kahroluyorum. Doğallığını, duruluğunu, kendi olan yüzlerini seviyorum insanların.
Şiirin, öykünün, romanın…dahası “edep”le özdeşleşen edebiyat doğru, gerçek olanı çağrıştırıyor bana. Düş gücünün, kurgunun olanaklarıyla işlenen yazınsal ürünlerde, kimi zaman yazanın özlediği, aradığı gerçek insanın ayak seslerini duyumsuyorum.
Her gün yüzleşir miyiz aynalarla? Dertleşir miyiz? Aynaya bakınca gerçek yüzümüzü görür müyüz? Aynalar yan tutar mı, yalan söyler mi? Yoksa şairin dediği gibi “yalancı mıdır hep aynalar?”
Yabancılaştığımız, ötekileşmeye başladığımız zamanlarda, maskeleri çıkarıp aynada kendimizi bulur muyuz? Onlar çocuk zamanlarda kaldı deyip aynı tutum, davranışı sürdürür müyüz?
İki yüzlü görüntüleri, yalancı ve alaycı bakışları, aldatmacaları, çıkara oynayan duruşları sezince, görünce Can Yücel’in “Sevgi Duvarı” şiiri gelir aklıma. “Muhalif yaşamıyla, yaşam konusunda bilgece ve gülmece sözleriyle” de anımsadığımız o şiir adam Can Yücel…
Şiirin tamamına köşem yetmez. Şu dizelerini bir kez daha anımsayalım isterim birlikte:
baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi
Cımbızla seçer gibi hep o son dizeyi korurum, özenle saklarım içimde. “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…”
Kırdığımız, üzdüğümüz, hainlik ettiğimiz, kandırdığımız insanlara karşı, sevgiye yönelen, barışa dönüşen, dost gülüşlere bürünen yüzümüzü gösterebiliyor muyuz? İşte o zaman insanız, işte o zaman gerçeğiz, kendimiziz, asılız, yalansızız…
Öyle durup dururken değil Can Yücel’i anmak, anımsamak…
Yaşasaydı 90 yaşında olacaktı 21 Ağustos’ta. Can Yücel bu; ikiyle birin yerini değiştirip 12 Ağustos 1999’da İzmir’de ölüverdi şaka gibi! Şimdi mekânı Datça’dadır, şiirce.
Mehmet H. Doğan’ın “Yüzyılın Türk Şiiri” adlı kitabında Can Yücel’e ayırdığı bölümde, doğru saptamaları vardır. Humor’a, ironiye dayalı şiirinin başka odakları olduğunu da söyler Doğan: “Yoğun bir duygusallık ve sevgi arayışı;ustalıkla doruğuna ulaşmış bir dil işçiliği, entelektüel düzeye varmış bir biçim arayışı; yanlışa, haksıza karşı, yerleşik düzenden öç alırcasına öfkeli ve bir o kadar da acılı bir direniş…” Doğru söze ne denir?
Yalan söyledikçe burnu uzayan Pinokyo, yere düşüp burnu kırılınca yalan söylemeyi sürdüren Pinokyo… İkisi de olmasın; çünkü ne denli yalansız yaşarsak kültürel, sosyal, toplumsal, yaşamsal düzeyimiz de o denli yücelmez mi?
Hadi o zaman Can Yücel dizesiyle bir kez daha söyleyelim sözümüzü: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…”
“Pasaportum şiir / Kimliğim şair” diyen Can Baba’ya saygımızla.
Oğuz TÜMBAŞ