Karşıyaka Belediyesinin artık gelenekselleşen “Ayın Konuğu” etkinliği, 17 Ocak’ta Dr. Hüsnü Uçar’ı ağırladı. Psikiyatri alanındaki uzmanlığı, yüzlerce hayata dokunması, yaptığı televizyon programlarıyla -bir zamanlar yerel televizyonlar, böylesi yayınlarla fark yaratırdı!- ve kitaplarıyla topladığı ilgi yanında, tanışlarının çok iyi bildiği “İzmir’e rengini düşüren” kişiliğiyle tanınan Dr. Uçar, etkinliğe katılanlara “iyi ki gelmişim” dedirtti.

Evlerden sokağa, basından siyasi figürlere, spordan hayatın her alanına bireysel ve toplumsal yapımız, memleketin ruh sağlığına dair ahvalimizin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf ne yazık ki, kendisiyle barışık, tahammül ve tolerans konusunda doyurucu, demokrasiyi özümsemiş, hak ve sorumluluklarının bilincinde, “ötekine saygı”yı içselleştirmiş bir ülkeyi anlatmıyor. Şairin “dışarda kış varken, içerde bahar yaşanmaz” sözünü akla getirmeden, daracık ikbal ve mutluluk adalarında yaşayıp, kimileri gibi ülkenin de aynı atmosfere sahip olduğunu söylemek, ne yazık ki bir işe yaramıyor.

Yüzlerce kadının öldürüldüğü, en doğal hak arama girişimlerinin terörize edildiği, intihar ve uyuşturucu batağına her gün onlarca insanın sürüklendiği bir coğrafyada, işlerin yolunda gittiğini söylemek için, ya büyük bir vurdumduymaz, ya da bu atmosferden beslenen bir alçak olmak gerekir. Cehaletin, maçoluğun, şiddetin, yobazlığın, kuralsızlığın sırtını okşamakla, farklı düşüneni “düşman” olarak tanımlamakla başlıyor ve doğallaşıyor her şey. İntihar çaresizliğindeki birine “atla” tezahüratı yapıp, cep telefonun kamerasını açanla, suçunu “sen benim günah işleme hürriyetimi engelliyorsun” diye savunabilenle, 8 yaşındaki çocukla evlenmeyi normalleştirecek kadar gözü dönmüşle, sinyal vermemeyi yiğitlik sanan hödükle kararan sokaklarda, nefessiz kalıp boğulmamanın çaresinin peşindeyiz hepimiz. Kimimizin ruhu örselenirken, kimimiz yabancılaşmanın dehlizlerinde kaybolup gidiyoruz. Bilimden, sanattan, incelikten, barış ve hoşgörüden nasipsiz çöllerde, şarkısız, şiirsiz, coşkusuz biçimde takvimler eskitiyoruz.

Yeni bir şey söylemediğimi, dahası bu karanlık tabloyla içinizi sıktığımı biliyorum. Ama neyleyelim ki, çözümün ilk adımı sorunu çırılçıplak görmekle başlıyor. Bu sorunların aşılması, ihaleyi başkasına yüklemekle, başkasından medet ummakla mümkün değildir. Dr. Uçar’ın söyleşi boyunca vurguladığı gibi, her şey önce bizden başlıyor. Toplumsal sorunlardaki payımızı düşünmek, kendimizle yüzleşme cesaretiyle ilk adımı atmak, kısaca bireyselleşme-toplumsallaşma arasında bağlantıyı önce kendi içimizde kurmak gerekiyor. Dr. Uçar’lar işte bunun için var.

Ruhsal yapılarındaki büyük deprem ve kırılmalar yüzünden “hastalanan” insanlarımıza, çok uzak değil, daha birkaç yüz yıl öncekiler gibi davranmıyoruz. Psikolojik rahatsızlıkların adlarını birer hakaret malzemesi olarak kullanan dangalaklarımız elbette mevcut. Ama artık hiç bir hasta, uzak adalara sürülmüyor, içlerindeki şeytanı çıkarmak için işkencelere maruz kalmıyor. Sahtekarların cin çıkarma evleri elbette dolup taşıyor. Olmadık saçmalıklarla, bilim ve akıl dışı yöntemlerden medet umanlarımızın sayısı az değil. Ruh sağlığı zedelenmiş yakınlarından utanan, onları evlere mahkum eden, böylesi komşularıyla aynı apartmanda oturmak istemeyenlerimiz yok mu, elbette var. “Özel çocukların” kendi çocuklarıyla aynı okulda okumasını istemeyen vicdansızlarla aynı havayı soluyoruz. Ama hepsine ve her şeye rağmen, umudumuzu koruyorsak, bu biraz da Dr. Uçar’lar sayesindedir.

Değerli dostuma, kentlerin ruh sağlığına dair soru da sordum. Verdiği yanıt, önümüzdeki yazıya kalsın. Katılanların bilgi ve umut derlediği bir söyleşiydi Kaçıranlar için üzgünüm.