Öykülerinde insanın doğa ve diğer canlılarla ilişkisine ve bu ilişkinin insanda yarattığı değişimlere vurgu yapan Derya Sönmez; şöyle konuştu: "Doğayı terk edebileceğimizi sandık. Şimdi acı sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. İnsan uyumlu bir tür değil, çok kibirliyiz. Ağaçların söküyor, dağları deliyor, zeytinlikleri imara açıyoruz. Bir gözümüzü de ölümsüzlüğe diktik. Yaşlanmak istemiyoruz. Ama bunun da sonuçları olacaktır.
Ayvalık'ın edebiyat alemine kazandırdığı yazarlardan Derya Sönmez, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. 2009'da Anna Lindh Vakfı tarafından düzenlenen "A Sea of Words" uluslararası kısa öykü yarışmasında Türkiye'yi temsil etti ve bu öykü İspanyolca, İngilizceye çevrildi. 2012 yılı Adnan Yücel Öykü Yarışması ile 2013 yılı Rıdvan Şahin Öykü Yarışması'nda ödüle layık görüldü. İlk öykü kitabı Sırça Kanatlar (Sel Yayıncılık) 2021 yılında yayımlandı. 6. Antalya Edebiyat Günleri En İyi İlk Öykü Kitabı Ödülü ile 2022 yılı Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü'nü aldı. Geçen yıl "Öteki Hayvanlar" adlı öykü kitabı ise 71. Sait Faik Hikâye Armağanı Doğan Hızlan Özel Ödülü ile ÇYDD tarafından verilen 15. Türkan Saylan Sanat Ödülü'nü kazandı.
Derya Sönmez ile sadece öykülerini ve sanat anlayışını değil doğayı, öteki canlıları ve sanatçı fabrikası Ayvalık'ı da konuştum.
HEKİMLİK ÖNEMLİ BİR DENEYİM ALANI
Siz aynı zamanda bir hekimsiniz. Asli mesleğinizin yazarlığınıza özel bir katkısı var mı?
Eğitim ve meslek hayatım boyunca insanın çok mahrem hallerine, sınırda deneyimlerine tanıklık ettim. İnsan davranışları ve bu davranışlara yön veren motivasyonlar daima ilgimi çekmiştir. Bu deneyimlerin kuşkusuz zenginleştirici bir yönü var. Ayrıca insanı anatomisiyle, fizyolojisiyle, psikanalitik süreçleriyle bilmek bütüncül bir bakış kazandırıyor. Hekimlik bu açıdan bana çok şey kattı.
Bu tanıklıklarınız öykülere yansıyor mu?
"Bu ilginç bir olay, mutlaka yazmalıyım," diye düşünmem pek. Gördüğüm ya da duyduğum hikâyeler nadiren öykülerime girer. Edebiyatın malzemesi elbette gerçek hayattır, yine de gerçek olaylar, tanık olduğumuz hikâyeler, olduğu gibi anlatıldığı takdirde hakikati göstermez.
Neden?
Çünkü hakikat, çoğu kez yaşadığımız olayların içine gömülüdür; hayatın kalabalığı arasında gizlenmiş halde durur. Bana kalırsa onu görünür kılabilecek olan sanattır. Her gün tanık olduğumuz şeylerin anlamını bize göstersin diye kurmacalara ihtiyaç duyarız.
ZİHNİMİN KÖŞESİNDE ELİ SOPALI BİR OKUR
Ülkemizde yazarın yazdıklarıyla geçinme şansı olsaydı kendinizi tamamen yazmaya adar maydınız?
Edebiyat emekçilerinin hakkını alabildiği günü görmek dileğiyle başlamak isterim. Eğer geçimimi edebiyattan sağlayabilseydim, işi gücü bırakır, kendimi tam zamanlı olarak yazıya adardım. Fakat bu iyi olur muydu, doğrusu emin değilim.
Pek de konforlu bir meslek değil o zaman yazarlık!..
Şöyle anlatayım!.. Bu hayali kurduğumda önce her şey güzel bir düş gibi başlıyor: bütün gün okumak, yazmak, metinlerle meşgul olmak… Fakat bir süre sonra -yazmaktan kazanacağım ücretle yaşamak zorunda olduğum için- öykülerimi belli sürede bitirmek zorunda olduğumu fark ederdim. Bir yandan da yazarken bazı konulara öncelik tanımam, bazılarından uzak durmam beklenirdi. Toplumsal hassasiyetleri gözetmek zorunda kalır, dilediğim konuya özgürce yaklaşma hakkımı kaybederdim ve edebiyat büyüsünü yitirirdi. Okurla ilişkim bile değişirdi. Elinde sopasıyla bir yargıç gibi zihnimin köşesinde belirir, yazdıklarımı denetlerdi. Bunları düşününce bir kâbustan uyanır gibi oluyor ve "İyi ki," diyorum, "iyi ki geçimimi edebiyattan sağlamak zorunda değilim."

ÖYKÜNÜN KENDİNE HAS BİR BÜYÜSÜ VAR!
İki öykü kitabınız var. Bunların ardından bir roman ya da başka türde bir kitap gelme ihtimali var mı?
Öykünün kendine özgü bir büyüsü var. Öykü yazarken ayrıntılara dikkat kesilmek gerekir. Hayatın karmaşası içinde fark edemediğimiz şeyleri bize gösterir. Bunu yapabilmek için zamanı yavaşlatır ve bildiğimizi sandığımız şeylere daha dikkatli bakma fırsatı tanır. Belki de bu yüzden öykü yazma fikri beni her zaman daha çok heyecanlandırıyor. Bir sonraki kitabım büyük olasılıkla yine öykü kitabı olacak. Fakat aklımda bir roman fikri de var. İlk ve son sahnesi, kurgusu büyük ölçüde şekillendi. Şimdilik beni öykülerin yaptığı gibi içine çekmiyor, kendisini zorla yazdırmıyor. Bir gün yazar mıyım, bilmiyorum.
ÖTEKİ GÖZ AĞRIM SİNEMA
Yazmasaydınız duygu ve düşüncelerinizi ne ile ifade etmek isterdiniz?
Bu herhalde sinema olurdu. Edebiyat ve sinema, hakikat arayışında iki farklı yol. Özünde hikâye anlatmaya dayanan, birbirine çok yakın, zaman zaman birbirini besleyen disiplinler. Filmlerini defalarca izlediğim, öykülerimi yazarken ilham aldığım çok sevdiğim yönetmenler var. Öteki Hayvanlar’da epigraflar aracılığıyla Andrei Tarkovski ve Abbas Kiarüstemi’ye selam vermek istedim.
"ÖTEYE UZANACAK" YENİ ÖYKÜLER
İki kitabınızda da isimleri de dahil olmak üzere doğa, hayvanlar, bitkiler her daim başrolde!..
Doğayla kurduğumuz ilişki, kim olduğumuza dair çok şey söylüyor. Ben doğayı bu anlamda bir tür gösterge olarak kullanıyorum. Sırça Kanatlar’da ve Öteki Hayvanlar’da bu damar belirgindi, yeni yazdığım öykülerde de biraz farklılaşarak devam edecek. Yazarken daha önce kendimi sınadığım güvenli alanlarda kalmaktansa yeni yerlere uzanmayı seviyorum. Ortaya çıkan şey çoğu zaman beni de şaşırtıyor okuru da. Örneğin Öteki Hayvanlar’daki “Siste Dağılan Gemiler”, alışık olduğum alanın dışına çıkarak yazdığım bir öyküydü. Üçüncü kitapta yine bu tür, “öteye uzanarak” yazdığım öyküler olacak.
YAN YANA DURABİLMEK!
Öteki Hayvanlar, doğaya ve diğer canlılara dair bir farkındalığa özellikle vurgu yapıyor. Toplum olarak bu konularda yeterince hassas mıyız?
Bu soruya “Öteki Hayvanlar” öyküsü üzerinden yanıt vermek isterim. Öyküdeki iki karakter de aslında doğaya kıymet veren kişiler. Anlatıcı, şehir hayatını bırakıp köyde yaşamaya başlamış, Hidayet ise zaten orada doğup büyümüş birisi. Fakat hikâye boyunca aralarında çatışma eksik olmaz. Sonuçta da birlik olup maden şirketine karşı duramazlar. Ortak bir düşman bile onları bir araya getirememiştir. Çünkü ikisi de hep bir adım önde durmak ister. Ya hükmedecek ya karşıdakinin hükmü altına gireceklerdir. Yan yana durmanın, eşit bir ilişki kurmanın ne anlama geldiğini bilmezler. Tıpkı bizler gibi.
DOĞAYI TERK EDEBİLECEĞİMİZİ SANDIK!
Doğa sevgisi yaşandıkça içselleştirilen bir duygu mudur yoksa öğrenilen / öğretilen bir bilinçlilik hali mi?
Bizler doğayı terk ettik. Daha doğrusu, onu terk edebileceğimizi sandık. Şimdi yavaş yavaş bunun sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. İnsan uyumlu bir tür değil. Kibirliyiz bir kere. Kendimizi ayrı bir yere koyuyoruz: ağaçların yerini değiştiriyor, dağları deliyor, zeytinlikleri imara açıyoruz. Bütün bunları yapma hakkını kendimizde buluyoruz. Doğanın bir parçası olduğumuzu, kaderimizin onunkine bağlı olduğunu anlamıyoruz.
Kibrimizin yanı sıra hırsımız da sınır tanımıyor sanırım!..
Yetinmenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Günün birinde bu hırsı dizginleyebilir miyiz, bilemiyorum. Çünkü o hırs, bizi biz yapan şeyin bir parçası. Bize uzaya çıkma cesaretini veren şey, türümüzün sonunu hazırlıyor olabilir. Şimdi de gözümüzü ölümsüzlüğe dikmiş durumdayız mesela. Yaşlanmak istemiyoruz. Ama bunun da bazı sonuçları olacaktır.
BÜTÜN HİKAYELER İÇ İÇE
Bir kadın yazar olarak kadınların sorunlarına dair özel bir farkındalık geliştirdiniz mi?
Sadece kadınların hikâyelerini anlatmıyorum. Dünyaya baktığım yerden gördüklerimi yazıyorum. Bu kimi zaman bir kadınla, kimi zaman bir çocukla, kimi zaman da boynunda fularıyla tuhaf bir keçiyle ilgili oluyor. Çünkü hikâyelerimizin birbirinden ayrılamayacak şekilde iç içe geçtiğini düşünüyorum. Kadınların hikâyeleri bir yanıyla erkekleri de anlatıyor, bunun tersi de geçerli. Peki, kadına dair bir hikâye anlatıldığında erkek nerededir? Onun varlığı her yerden hissedilir. Çoğu zaman dışarıdadır. “Erkeklik anlatısı”, kadını dışarıdan kovalayarak o hikâyenin sınırlarına hapseden yapıdır aslında.
Öykülerinizden örnekle açıklayabilir misiniz bu durumu?
Örneğin Öteki Hayvanlar’daki “Süt Uykusu” adlı öykü, lohusalığın nasıl bir cinnet hâline dönüşebildiğini konu ediyordu. O hikâyeyi yazarken, içinde yaşadığımız kültürde anne olmanın ne anlama geldiğini geçmişi ve bugünüyle anlamaya çalıştım. Bu nedenle öykü, kadınlara dair olduğu kadar erkeklere dair de bir metindi. Eninde sonunda bütün hikâyeler birbirine eklemlenir.
Ailenizden yazma konusunda teşvik gördünüz mü?
Oldu tabii. Çok kitap okunan, hikâyelerin, şiirlerin konuşulduğu bir evde büyüdüm. Üç kardeşiz, üçümüz de yazıyoruz. Edebiyatın bir şekilde içindeyiz.
SANATIN VE SANATÇININ BELDESİ
Ege'nin edebiyat aşığı bir ilçedesinde, Ayvalık'ta yetiştiniz? Nedir Ayvalık'ın sihri?
* Ayvalık deyince öncelikle sevgili Feyza Hepçilingirler’i anmak gerekir. O bizim kutup yıldızımız.
*Ahmet Yorulmaz çocukluğumda ilçemizin tek kitabevinin sahibi, hepimizin "Ahmet Abi"siydi. İlk kitaplarımızı ondan aldık. Ayvalık’ı Gezerken gibi kitaplarıyla kente katkı yaptı.
* İlhan Durusel!.. Bu, bizim için büyük bir gurur. Bazı metinlerinde Ayvalık’ın izi sürülebilir.
* Turgut Baygın gerçek bir Ayvalık şairidir.
* Çocukluk arkadaşım Esme Aras kıymetli bir yazar ve gazetecidir.
* Aysun Kara (ablam) öykülerinde, ama özellikle romanlarında Ayvalık’ı merkeze alan bir anlatı kurar.
* Gültekin Emre uzun yıllardır yazlarını Ayvalık’ta geçirir.
* Cevat Çapan ve Halil Genç kentin kültürel yaşamına değer katan isimler arasında. Leyla Çapan ASKEV Sera’da edebiyatçıları, şairleri ve müzisyenleri ağırlar.
* Mevlüt Asar ve Ali Akdamar, bu yıl “Ayvalık Edebiyat Günleri”nin ilkini özveriyle düzenlediler.
* Hayri Kaan Köksal, “Hezarfen” adlı blogunda kentin geçmişine dair belgeler paylaşıyor, Ayvalık Yazarlar Derlemesi’ni hazırlıyor.
* Serkan Aziz Ceyhan ve Serdar Asaf Ceyhan'ın hazırladığı Ayvalık’ta Zeytin Hasadı 100 ve 101 kitapları, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına adanmış değerli çalışmalardır.

Petersburg üzerinden
Rus tarihine bakış
Vladimir Nabokov, Peterburg'u Kayıp Zamanın İzinde, Ulysses ve Dönüşüm ile birlikte yirminci yüzyılın en önemli düzyazı başyapıtlarından biri olarak sıralamıştı.
Andrey Bely sembolizminin tüm şaşaasını yansıtan roman, Ulysses ve Berlin Alexanderplatz gibi ünlü şehir romanları ile kıyaslanmıştır. İlk kez 1913 - 1914 yılları arasında tefrika edilerek yayımlanan Peterburg, bir üçlemenin ikinci kitabıdır. İlki Gümüş Güvercin'dir. Yıllar içinde türlü müdaheleler görmüş, kısaltılmış bir romandır aynı zamanda. Mesela yazar 1922 yılında yayımlanan Berlin baskısında devrim ile ilgili ironik pasajları romanından çıkarmıştı.
Her haliyle ilginç edebi şaheserin konusuna gelince...
Yıl 1905'tir ve Rus-Japon Savaşı sona ermiştir. Nikolay Apollonoviç Ableuhov, bürokrat babası Apollon Apollonoviç'i, bir diğer radikal olan Aleksandr İvanoviç Dudkin'in emriyle öldürme görevini üstlenmiştir. Öte yandan Nikolay Apollonoviç zamanının çoğunu tuhaf kostümler giyerek sert ve acımasız Sofya Petrovna Likhutina'ya kendini kepaze ederek geçirmektedir. Bu durum basının gözünden de kaçmaz. Artık Nikolay Apollonoviç babasının gözünde beş para etmez bir heriftir.
Dudkin ile Nikolai, her nedense fikir değiştirir, suikastten vazgeçip ellerindeki bombayı nehre atmaya karar verirler. Ancak bu düşündükleri kadar kolay olmayacaktır.
Rusya'nın çok önemli dönemine alabildiğine sembolistliğiyle bakan ilginç bir yazardan enfes bir roman Peterburg.
Bir küçük not: Çevirmen daha önce Petersburg olarak basılan romanı Reform'dan önceki yazımıyla 'Peterburg' adıyla yayına sunmuş
Peterburg / Andrey Beliy /Alfa Yayınları

Dişi Fare'nin nazarında
bir insanlık muhasebesi
Edebiyatseverlerin hafızasında unutulmaz Teneke Trampet romanıyla yer edinen geçen yüzyılın son Nobel edebiyat ödülünü kazanan Günter Grass’ın 1986’da yayımlanan Dişi Fare’si, insanlığın sonunu ve ardında yükselen yeni bir uygarlığı anlatan apokaliptik bir eserdir. sıkça kullanılan fantastik ögeleri, ironinin ciddiyetle harmanlandığı kurgusuyla dikkat çeken Dişi Fare, Grass'ın anlatıcı kahramanının Noel’de aldığı bir fareyle sıradışı ilişkisini ve onunla yaptığı derin sohbetleri konu alıyor. Anlatıcı ile farenin diyaloglarında, insanın doğaya karşı sorumsuzluğu ve kendi sonunu nasıl hazırladığı vurgulanıyor.
Dişi Fare / Günter Grass / Everest Yayınları

Pasajlar'ın esiniyle
Yirmici yüzyıl felsefe tarihinin en önemli düşünürlerinden Walter Benjamin'in önemli eserlerinden biri olan Pasajlar’dan esinlenen ve Serpil Kırel editörlüğünde hazırlanan bu derleme, yapıtta literatürler arası ara yollar açmayı deniyor.
Derlemede, modernleşme, Paris pasajları, Beyoğlu pasajları ve heterotopya, Fourier ve ütopya, Haussmann’ın Paris’e müdahaleleri ve barikatlar, Edgar Allan Poe ve dedektiflik hikâyelerinin tekinsiz kent yaşamında yerini alması, Baudelaire, alegori, gece hayatı, kentin sokakları, flâneur gibi birçok kavram, kişi, durum ve deneyim ele alınıyor.
Walter Benjamin’in Pasajlar’ında Gezintiler / Minotor Kitap