Kemeraltı, İzmir’in gözü gibi korunması gereken bir alan olduğu herkes tarafından kabul gören bir gerçekliktir. Hem ticari önemi hem de tarihselliği bakımından bu böyledir. Ancak nedense tarihi yüz yıllar öncesine dayanan bu çarşının yani İzmir’in kalbinin üzerine yapılmış, kentin iktisadi tarihine katkı koyacak doğru dürüst bir çalışma bulamazsınız. Özellikle Çarşı’nın altın devri diyebileceğimiz Osmanlı Dönemi ile ilgili çalışma yapılmamıştır. Levant’ın merkezi konumunda yer alan Batı Anadolu, İç Anadolu, Halep-Şam, İran ve Ege adalarının ithalat ve ihracat merkezi olan bu Çarşı’dır hâlbuki…

KEMERALTI’NIN ORTAYA ÇIKIŞI

Kemeraltı’nın ortaya çıkışını ve kesintisiz olarak varlığını sürdürmesini biz kabaca 400 yıl olarak kabul ediyoruz. Yani İzmir’in 17. Yüzyıl başlarından itibaren “Transit Liman Kenti” olarak yükselmeye başladığı tarihi baz alıyoruz. Elbette bu tarihin öncesi de olduğu muhakkaktır. Özellikle Bizans İmparatorluğu’nun Konstantinopolis’i 1204’te işgal eden Latinlerden geri almasından ve Ceneviz ve Venediklilerle 1261’de anlaşma yapmasından sonra da kentin bu tüccar şehir devletleri üzerinden önemli bir liman işlevi gördüğünü biliyoruz. Bizans, 1261 Nif (/Kemalpaşa) Anlaşması ile İzmir ve çevresi üzerinde Cenevizlilere önemli imtiyazlar vermişti. İşte bu dönemde Aşağı Liman ve Hisar çevresinde bir ticari oluşumun ortaya çıktığını düşünebiliriz. Cenevizlilerin başta İzmir, Sakız adası ve Foça olmak üzere bölgeye yerleşmesi ve etkinliklerini arttırması bu tarihten sonradır.

İzmir’in tamamıyla Osmanlı’nın eline geçtiği 15. Yüzyıl ilk çeyreğinden 17. Yüzyıl başlarına kadar kendi halinde ve kendi yağıyla kavrulan bir liman yerleşimi/köyü olduğu malumumuzdur. Her ne kadar 16. Yüzyıl ilk çeyreğiyle üçüncü çeyreği arasında mahalle sayısı 6’dan 9’a çıkmış olsa da bu durum kentin özgün dinamikleriyle açıklanabilir.

Ancak 15. Yüzyıl ilk çeyreğinden Hisar Camisi’nin inşa tarihi kabul edilen 1597 yılına kadar olan 175 yıl içinde Çarşı’ya bırakın bir anıt camiyi sıradan bir cami dahi yapılmamış olması manidardır. Bu konu henüz üzerinde pek durulmuş bir olgu değildir…

İZMİR LİMANI VE KEMERALTI HANLARI

Ancak 17. Yüzyıl başlarından itibaren İzmir, İngiliz, Fransız, Hollandalı ve Venedikli tüccarların ilgisine mazhar olmuş ve bu ilgi giderek artarak kenti 19. Yüzyıl’da dünya liman kentleri arasında sıralamaya sokmaya yetmiştir (19. Yüzyıl sonlarında İstanbul dünya liman kentleri arasında büyüklük bakımından 11. sıradayken, İzmir 51. sıradadır).

İşte bu dönemde Batı Avrupa’nın ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen İzmir ticaret hayatı mekânsal olarak da varlığını sürdüren Kemeraltı’nı ortaya çıkarmıştır. Dikkat edilecek olursa Kemeraltı’nın anıtsal yapıları olan camilerin inşa tarihi -Hisar Cami hariç- 17. Yüzyıl ortaları veya ikinci yarısıdır. Hâlbuki Türklerin yerleştiği mahallelerde daha eski tarihli camiler de mevcuttur.

Kemeraltı, İzmir’in önemli bir liman kenti olarak gelişmesiyle birlikte Batı Avrupa’nın hammadde ihtiyaçlarının da toplandığı bir merkez olmuştur. Zaten kentin bu özelliğini anlamak için Çarşı’da var olan veya varlığı ortadan kaybolmuş olan hanlara bakmak yeterli olacaktır. 1671 yılında kente gelen Evliya Çelebi kentte yani Çarşı’da 82 han olduğundan söz eder.

Kemeraltı ile ilgili en nitelikli çalışmayı yapan araştırmacılardan Wolfgang Müller-Wiener ise 1960’larda yaptığı çalışmasında Kemeraltı’nın ticari rolü üzerinde durduğu gibi fiziksel gelişimini de ele alır ve bu bağlamda varlığını sürdüren veya sürdürmeyen han sayısı olarak 180’e ulaşır.

Bu rakamlar bile Kemeraltı’nın ne kadar büyük bir ticaret merkezi olduğunu ortaya koymaya yetecektir.

Elbette bu Çarşı’nın içinde etkinlik gösteren her milletten esnaf ve zanaatkâr da bulunmaktadır: Her şeyden önce Osmanlı millet sistemi mantığı içinde her milletin kendi mahallesinde genel olarak da bir ibadethane çevresinde yerleştiği İzmir’in kamusal alanı özelliğini Çarşı taşımaktadır. Her milletten İzmirli’nin esnaflık, ticaret ve alışveriş yaptığı Kemeraltı bu anlamda bir emme basma tulumba gibi işlev görmektedir; gündüz Çarşı’da yan yana, karşı karşıya komşu olan İzmirliler akşam olunca dini inancına ve etnik yapısına göre mahallesine çekilmekteydi.

İBRETİ ÂLEM İÇİN

Sattığı üründe hile yapan veya ticaretine hile karıştıran esnaf veya tüccar ibreti âlem için Çarşı’da teşhir edilerek cezalandırılırdı. İllüstrasyonda görüldüğü üzere önde davul çalan birisi olduğu halde fail bir eşeğe ters bindirilerek Çarşı’da halka ve esnafa teşhir edilirdi. Failin eşeğe ters bindirilmesinin mantığıysa kafile geçip gittikten sonra ahalinin failin yüzünü daha uzun bir süre görebilmesi içindi.

Osmanlı Dönemi’nde her milletten Kemeraltı esnafı ve zanaatkârı üzerine gözlemlerini aktaran çok sayıda Batı Avrupalı gözlemci söz konusudur. Genel olarak kentteki ticaret erbabının niteliği üzerinden millet bazında tasnif yapan gözlemciler Ermeni tüccarları becerileri bakımından ilk sıraya oturturlar. Ardından sırasıyla Rum ve Yahudi gelir. Müslüman esnaf-tüccar bu sıralamada yer almaz; o daha çok ticarethanesindeki vakur oturuşu ve sahip olduğu esnaf ahlakıyla gündemde tutulur.

ESNAFIN AHLAKI VE AKÇE TAHTASI

Bu konuda önemsediğim bir gözlem de bize önemli ipuçları veren İngiliz James Emerson’a ait olandır. Emerson, 1828 yılında İzmir’de bulunur ve kente dair gözlemlerini İngiltere’de bir gazetede yayınlar. Kemeraltı’da gezerken tanık olduğu alışveriş ortamı ve esnaf ahlakı üzerindeki saptaması değerlidir. Dönem haliyle enflasyonun tavan yaptığı, kalpazanlığın arttığı ve dolayısıyla “paranın pul” olduğu deyişinin ortaya çıktığı bir dönemdir. Esnaf da –gerçek anlamda- pul haline gelen parayı sayabilmek adına bir araç geliştirmiştir: Akçe Tahtası. Pul olan metal paraları tek tek saymak zahmetli ve zaman alıcı olduğu için paralar akçe tahtasına eşit desteler halinde dizilir ve tahtanın dar olan ağzından müşterinin kesesine akıtılırdı. Böylece hem esnaf hem müşteri pul inceliğindeki parayı tek tek sayma zahmetinden de kurtulmuş oluyordu. İşte bu anda Emerson devreye girerek der ki; “Çarşı’da bir Müslüman esnafın akçe tahtasından kesenize akıtılan paranın tam olduğundan emin olabilirsiniz, saymanıza bile gerek yoktur!…”