İşgaliyle kurtuluşun, kurtuluşuyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun simgesi olan İzmir, 8 bin 500 yıllık tarihine yepyeni bir sayfa eklemesinin 99. yılını kutladı. Yaşadığımız süreç, yalnızca “kutlamayla” yetinmenin beyhudeliğini, “anlamak, algılamak ve içselleştirmek” gibi kavramların da gerekli, zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Ben bir tarihçi değilim kuşkusuz. İyi bir kentli olmaya çalışıyorum ve sorunu çok önemsiyorum.

Bu yıl da, hamasetten duyarlığa çeşitlilik gösteren pek çok yazı okudunuz. Malum ve sıradanlaşan bir durumla başlayayım.“Sen Dokuz Eylül dersin iki kelime / Ben onurlu bir halk anlarım” diye başlayan “Söz Yetmez” şiirimin, geçen yıllara göre azalmasına rağmen, kimi yerlerde örneğin “Şair Baba”nın imzasıyla yayınlanmasını gülümsemeyle ve “Neyleyeyim?” iç geçirmesiyle okudum. Bir “İzmir Fıkrasına” dönüşen bu durum karşısında, “Şiirin kimin olduğunu ve doğru halini merak edenler, “Bir Kentin Gizli Tarihi” adlı kitabımı okuyabilirler” demekten başka çarem yok. Sözün burasında, “Okuduğunu anlama ve algılama” konusunda yapılan araştırmayı ve ülkeler sıralamasındaki yerimizi üzüntüyle anımsıyorum. 9 Eylül’ün 100. Yılında, şiirim bu kez örneğin Shakespeare imzasıyla paylaşılırsa,niye şaşırayım ki?Geçelim.

Karşıyaka Belediyesinin “Dersimiz 9 Eylül” başlıklı söyleşisinde, Başkan Dr. Cemil Tugay, kent gözlemcisi ağabeyimiz Orhan Beşikçi ve tarihçi Yrd. Doç. Dr. Ahmet Mehmetefendioğlu ile konuyu hemen her boyutuyla konuştuk. Latife Hanım Köşkü Anı Evi Özel Müzesi’nin bahçesinde, Gazi’nin, Zübeyde Hanım’ın, Latife Hanım’ın ayak seslerini adeta işiterek gerçekleştirilen söyleşi, yoğun bir ilgiyle izlendi. Söyleşinin önemli başlıklarından biri de “İzmir’de tarih okur yazarlığı”ydı. Bu başlığa neden gerek vardı?

İzmir’de“tarih yazıcılığı” birkaç kanaldan yürüyor ve “tarih okurluğu”na yoğun içerikler üretiyor. Akademisyenler, kent gözlemcileri, asal meslekleri olmadan tarihe ilgi duyanlar-araştıranlar-yazanlar, ciddi bir toplam oluşturuyor. Bunlara içe kapanık toplaşmalarda söylem ve kitap üretenleri de ekleyelim.

Akademisyenlerin, üniversitelerin malum halleri yüzünden toplumsallaşmaları kolay değil ve bunu her şeye rağmen aşanlar bize pencereler açmayı sürdürüyor. Bu liste sevgili arkadaşım Oktay Gökdemir’den Bilge Umar’a, Engin Berber’den Efdal Sevinçli hocama ve ötelere uzanır.

“Kent Gözlemcisi” dediğimizde, elbette aklımıza Orhan Beşikçi ağabey gibi çalışkan insanlar geliyor, gelmelidir. Kimse onlardan böyle bir şey istememişken, hatta zaman zaman ceremesini çekmelerine rağmen, ortaya koyduklarıyla “kentlilik” bilincimiz tazeleniyor, İzmir’i merak etmeyi ve öğrenmeyi sürdürüyoruz. 35 yıla 34 (bildiğim kadarıyla) kitap sığdıran İlhan Pınar, tiyatrocu olmasına rağmen kent tarihi çalışmalarına yoğunlaşmış Yaşar Ürük, gazeteciliğinde kent tarihine yer açmış Yaşar Aksoy gibi insanlarımız, “yöntem-söylem-güzergâh farklılıklarıyla”, kent tarihine olan ilgilerini işe ve üretime dönüştürüyor.

Ad vermeye başladığında, insan başını derde sokar, biliyorum. Hele bunu, zaman zaman sert rüzgârların estiği İzmir’deki tarih algısı ve yazıcılığı alanında yapıyorsanız, durum vahimleşebilir. Neyleyim ki, bir köşe yazısında hepsini anmak olanaksız. Andıklarımın, bilinmesi ve okunması gerekenlere kapı açmasını dilerim. İçe kapanık toplaşmalara gelince, bu köşeyi ve yazılanları da dikkate almayacaklarını bildiğim için, bir sorun yok. Ancak, “tarih okur-yazarlığı” alanında, artık ciddiye alınması gereken sorunlarımız var.

Kuşkusuz tarih de, yazıcının dünya görüşüne, bilimsel donanımına, nesnelliğine, tartışmaya açık olmasına, nihayet gerektiğinde özeleştiri vermesine ihtiyaç duyuyor. Rivayet-söylenti ile bilgiye-belgeye dayalı tarih arasındaki farkı bilmeliyiz. Bize yardım edecek ilk kişiler, kuşkusuz tarihi “mesele” edinenler olmalıdır… Yazar ve şair kimliğimde İzmir çok özel bir yere sahipse, üretilenlerden yararlanmaya çalışıyor ve kentin geleceğinin geçmiş bilincine bağlı olduğuna inanıyorsam, konuyu sürdürmem gerekiyor. Bizim tarihçilerimizden başka kimimiz var? Araya önemli bir konu girmezse, haftaya devam ederiz.