Göktürklerden başlayarak, Uygur ve Selçuklu olarak adını düşürdüğü ve kültür biriktirdiği her dönemde, Türklerin heykel sanatıyla içli dışlı olduğu bilinir. Dörtnala gelip “Memleket” edindikleri ve eklendikleri kadim topraklarsa, antik dönemin Perge, Efes, Tralles, Magnesia, Yesemek Heykel Okullarından başlayıp Ermeni ustaların taştan oya çıkarmasına varıncaya kadar, zaten dünyanın gözbebeğiydi. Konuyla ilgili tuğla gibi kitaplar, Hattuşaş’tan Nemrut’un zirvesine, biraz da bu topraklar sayesinde yazılmıştır. O zaman düşünmek ve sormak zorundayız: bu kadim geçmişe rağmen, heykelin bizdeki çilesi nedendir?

Ahalimiz bunun yanıtlarından birini, “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde izledi. Hürrem’in parfümünü Kemeraltı tezgâhlarında arama, Kanuni’nin sakalını “hipster” tarzına uyarlama dertleri arasında, gözden kaçmış olabilir, anımsatalım. Yaşarken “makbul”, öldükten sonra “merhum” olarak anılan, kellesi uçurulmadan çok önce, iktidar zehirlenmesiyle zaten canlı cenazeye dönen “saray damadı-padişah kankası” Pargalı İbrahim, bahçesini –çok beceriksiz butafor ürünüydüler- heykellerle doldurdu. Lakin memleket rüzgârı, Ebusuud Efendinin şeriat despotluğuyla esiyordu ve o heykeller “kâfir” işiydi, haşa dine meydan okumaydı. Kanuni, şaşırtıcı biçimde sadrazamından yana çıktı ve Pargalı hem şahsını, hem de padişahını iki büstle onurlandırmak istedi. Trajik hatası, kendi büstünü padişahın büstünden irice yaptırmasıydı. Bunu önce, mermerden kellesinin padişah kılıcıyla yere yuvarlandığını görünce, bir süre sonra da boynuna celladın kemendi dolanınca anladı. Öyle ya, iktidar düğününde mülk sahibinden fazla göbek atılamazdı. Olan heykel sanatına oldu. Ondan sonra da beli, nice Ebusuud ve yobazlıkları sayesinde bir türlü doğrulamadı. İşin bir de, kaçırılıp hareme pazarlanmadan önceki aşkı “sünnetsiz ressam” tarafından, Hürrem’in resminin yapılması ve zindanların çığlıklarla inleme boyutu vardır ki, anlatırsak konu dağılabilir. Ahalinin analitik düşünceden mahrum algısızlık çöllerinde, heykel artık şu anlama geliyordu: 1. Puttur, kırıla yakıla! 2. Dibinde mutlaka gömü vardır, harami kurnazlıklarla deşele yağmala! Sanayi-i Nefise’yle başlayan, bir aydınlanma devrimi olan Cumhuriyet’le ve onun Başöğretmeninin önderliğinde atılan büyük adımlara rağmen, bu hazin durumun gerçek sorumlusu kimdir?

Hemen herkesin albümünde, antik dönemlerden kalma heykellerin arkasına geçip, heykelin kopmuş başının yerine kendi kafasını yerleştirip çektirdiği en az bir fotoğraf vardır. Peki, bu heykellerin başları nerede diye düşünen “kafa” var mıdır? Binlerce yıllık lahitlerin sütunların önüne yazı yazıp, arkasına def-i hacet edenlere değinmek bile istemiyorum. Antik ören yerlerinden vaz geçtim, siz bu kentte üstü yazılmamış, çizilmemiş, çevresi çöplüğe dönmemiş bir tek heykel, haydi o gâvur işi diyelim, perişan olmamış, mezar taşları kırılmamış bir tek hazire, şehitlik anımsıyor musunuz? Yalnızca Müslümanlara ait olan yerler mi? Rum, Ermeni, Yahudi mezarlıklarımız, neden kalın duvarlar ardında saklıdır ve acaba uzaylılardan mı korunmaktadır? Ölüme estetikle direnen, ölüyü saygıyla selamlayan o güzelim mirasın, insanlık dışı kabalıklarda mahvolması, ne utanç vericidir. Bu vandallık, kültür sanat yapıtlarına reva görülen bu kıyıcılık nedendir? Bunları sorgulamadan sızlanmak kolay, kendimizle yüzleşmek zordur. Ama onun da yolunu nasılsa biliyoruz: yerel yönetimlere saydır, rahatla!

Anılar üşüşüyor, bugünlük ikisiyle yetineyim. İzmir’in en seçkin yerlerinden Alsancak’ta, Devlet Hastanesinin cadde tarafında Prof. Dr. Turan Güneş’in bir büstünü dikmiştik. Ertesi gün, haber geldi: “Büstün gözlüklerini çalmışlar!” Zonguldak’taki “Maden İşçisi” anıtını bilir misiniz? Emekçilere saygı olsun diye dikilen o anıtta, maden işçisinin önünde siyaha boyanmış taşlar vardır. İlk yapıldığında, elbette gerçek kömürler kullanılmıştı. Ama o bir avuç kömür, sürekli “ç’alınıyordu”! Baş edemeyen belediye ne yapsın, sonunda kömür yerine boyalı taş koymaya karar verdi! Dahası var ve hepsi anlatılmayı bekliyor.

 Bugün “heykel” diye dikilen saçmalıklarla dalga geçmeden önce, meseleyi esastan konuşmak zorundayız. Gereğini “neşeli” örneklerle yapmaya çalışacağız. Güler miyiz, ağlar mıyız? Hele bir anlatalım, sonra birlikte karar veririz.