Meteoroloji görevlisi, bin bir dert içinde, hayli sıkıntılı bir gün geçirmekte, burnundan soluyarak mesainin bitmesini beklemektedir. Öğleden sonradır, telefon çalar. Arayan kişi, kentin o günkü hava durumunu sormaktadır. Görevlinin yanıtı kısa olur: “Pencereden baksana be adam!”

Son zamanlarda, bu fıkrayı daha çok anımsar oldum. Nasıl olmazsın? Yolda, vapurda, panelde, sürekli aynı soru: “Memleketin durumu sence nasıl?” Meteoroloji görevlisine öykünerek yanıt vermek çok kolay : “Olup bitene, yara bere içinde akıp giden hayata, şu insanlara bakıp, ahlakına ve vicdanına sor: sence nasıl?”

Geçen haftaki “İrin” başlıklı yazımız şöyle bitiyordu: “Çocuklarımıza, kadınlarımıza, topyekun her alana, bu ülkenin taş üstüne taş koyarak yaratmaya çalıştığı aydınlanmaya ve çağdaş ülke projesine musallat olan bu irin, her şeyden önce bir doğa gerçeğini kanıtlıyor: “Hayat, boşluğu kabul etmez.” Bu gerçeği, utançlardan utanç beğen rezillikler, travması bin yıl geçmez cinayetler hala kanıtlamamışsa, irini kurutmayı konuşmaya gerek yok. Sızlanmayı, laf yetiştirmeyi, çarpıtma ve gündem yaratma düzenbazlıklarıyla oyalanmayı, mücadele etmek sanabilirsiniz. Oysa yapılması gereken acil, ciddi ve ama’sız işler var. İrini çalkalamak, kurutmaya yetmiyor çünkü.” Ne demek istemiştik?

Sorunun çözümü, sorundan ve bizzat kendisi sorun yumağı olanlardan beklenemez. Yaşadığımız bu zehirli, kirli, boğucu havanın, yaratıcıları tarafından temizleneceğini beklemek saf dilliliktir. Tek kerterizi “demokrasi” olan-olması gereken güçlerin, dayanışması ve güç birliği yapması kaçınılmazdır. İhaleyi sürekli başkasına çıkarıp, onlar sayesinde güzel havaların gelmesini beklemek yetmiyor. Biraz kıpırdamak gerek. Çünkü o irin, biz farkında olmasak da içimize kaplıyor. O havaya, biz de bilerek ya da bilmeyerek, en azından uyku tozu, tembellik, bilemedin “avara kasnak” örnekleriyle ekleniyoruz. Madem ki bireyselleşme olmadan toplumsallık mümkün değildir, madem ki evinin pisliğine aldırmadan başkasının temizliğine dil uzatanlar bizden değildir, e o zaman işe kendimizden başlamak gerekiyor.

Bir kere, şu muhalefete muhalif olma lüksünden vaz geçmek gerekiyor örneğin. Eleştiri ile kötüleme arasındaki farkı bilmekle yola koyulmak gerekiyor. Sürekli yakınma, sızlanma ve gündelik kıymıklarla uğraşırken, tepemize yağacak tomrukların farkında olanları yormamak gerekiyor. Şahsi beklentilerimizi karşılamadılar diye, vur yerel yönetime, geçir derneğe örgüte, saydır ömrünü biraz da senin için çabalamakla geçirenlere. Bu ne lüks efendi, bu ne şımarıklık, bu ne zavallılık?

Birbirimizi yüreklendirmezsek, birbirimizin iyi işlerine en azından “eline sağlık” demezsek, ürettiklerimizi bölüşmez birlikte düş kurmazsak, nasıl düzelecek bu havalar? “Köy Enstitüleri Parkı kurduk” dersin, üstelik memlekette ilktir, amcam çoktan saydırmakta: yakın mı, kolaylıkla gidiliyor mu, kente yakışsa bari? E kaldırıver nazik gövdeni de, gidip bir görüver. Sonra o büyük eğitim ve aydınlanma mücadelesinin katledilmesi, nelere mal oldu, şimdi biz ne yapmalıyız, onu konuşalım. Hiç olur mu? Nasılsa sigortası yok, riski yok, hatta müptezel çevre bakımından alkış da getiriyor, öyleyse saydır muhalefet partisinden yerel yönetime. Bin örnekten birini verdim, siz ötekileri zaten biliyor, görüyorsunuz. Uzatmayayım.

Bir zamanlar “Havanız nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun” diye biterdi hava durumu. Ama öyle değil işte kazın ayağı. Dışarıda kış varken, içeride bahar yaşanmıyor. Yaşanıyorsa, yaşanılacağı sanılıyorsa ne diyeyim? Hiç bir şey bilinmiyorsa, haddini bilmek gerekiyor.