İşim gereği, çok sık “öneri” dinler ya da dosyalarını okurum. Kimi bir etkinlik, kimi bir düzenleme, kimi bir oluşuma dairdir. Çoğunluğu, kolay para peşinde olduğunu daha ilk tümcede bağırır ve çöpe atılır. Bir kısım öneri ise coşkuludur, samimidir ve dikkate alınacak değere sahiptir. Böylesi öneri sahiplerine öncelikle şunu sorarım: “neden?” Bu soru, kuşkusuz ne tepeden bakmaktan, ne de hakkında verilecek kararda söz sahibi olmanın, ukalalığı ya da küstahlığındandır. Amacı yalnızca, önerinin manifestosunu, hayattaki karşılığını, gerçekleşmesi halinde ne gibi sonuçlara yol açacağını, bizzat sahibinden öğrenmektir. Bir başka deyişle “neden?” sorusu, öneriye harcanan emeğe saygıdan, öneri sahibine kendini anlatma zemini oluşturma çabasından beslenir. İtiraf etmeliyim ki, çok azından doyurucu yanıt alır ve üzülürüm. Çünkü daha “nedenini” anlatamayan bir öneri, “nasıl?”, “ne zaman?” sorularında iyice çöker, yöntemsizliğin ve öngörüsüzlüğün girdabında boğulur gider.
Bugün pek çok etkinliğin, düzenlemenin, oluşumun ya da girişimin, iki metre sonra lastiğinin patlaması bundandır. İstediği kadar parlatılsın, yangın kıyamet reklamlarla şişirilsin, yöntemsizliğin, öngörüsüzlüğün ve de görgüsüzlüğün belirlediği tüm “işler”in yazgısı bellidir: fiyasko ya da skandal! Bu bağlamda rekor üstüne rekor kırdığımız, herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği bir gerçektir. Bakmayın siz ertesi gün çıkan “kes yapıştır” haberlere. Emek, zaman, kaynak savurganlığı mı? Bizde onlardan bol ne var, düşündüğünüz şeye bakın!
Uzmanlığın azmanlığa kurban edildiği, herkesin her şeyi bildiği, eleştiri ve özeleştiri erdeminin yüzsüzlükte boğulduğu, her skandalın “önümüzdeki maçlara bakacağız”dan öteye geçmeyen bir sığlıkta unutulup gittiği coğrafyalarda, fiyasko ve skandallar övgü vesilesi bile olur. Bilimsel ölçütünü, estetik kaygısını, emeğe saygısını yitirmiş coğrafyalarda; cehaletin, ceberutluğun, “ben yaptım oldu”nun, hesap sormayanlar ile vermeyenler koalisyonun egemenliğinin yükselmesi, entelektüel çöküntünün derinleşmesine bağlıdır. Aydınların, bilim insanlarının, gazetecilerin, sanatçıların, örgütlenmelerin, düşünce ve ifade özgürlüğünün her fırsatta neden hedef gösterildiğini, baskılandığını, itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını, hala merak eden var mı? Yobazlık, cehalet, şiddet, ucuzluk, zevksizlik, hiçbir coğrafyaya bir gecede egemen olamaz. Emperyalizm, at koşturacağı coğrafyaları, iki gün içinde arka bahçesine çeviremez. Bunun için algıların, bilimden, sanattan, özgür akıldan, özgür iradeden uzaklaştırılması gerekir. Çünkü bunlar, insanlığın yeryüzüne sunduğu aydınlanma fişekleridir. Bu fişekler sayesinde, insan ve toplum, tarihi “ders”e, bugünü “göreve”, yarını “sorumluluğa” dönüştürür.
Bunlar olmazsa hayat donar. İnsan körleşir. Toplum yozlaşır. Kader, kısmet, himmet, şükür soslu nutuklarla, sokaklar, evler, meydanlar işgal edilir. Demagogların laf ebeliği, şakşakçılarının gürültüsü, tedarikçilerinin yardım ve yataklığı, iklime ve coğrafyaya nefes aldırmaz. Sabahtan akşama kadar, mutluluk ve esenliğin yalnızca biat ve sonsuz itaate bağlı olduğu propagandasıyla, doğallaştırılmaya çalışılır. İşte böyle böyle, demokrasinin, çağdaşlığın, uzmanlığın olmazsa olmazı “neden?”, erdemli bir soru halinden çıkıp, bir suç unsuruna dönüşür. Çünkü “neden?”, insanın kendine, çevresine, ülkesine ve nihayet insanlığa karşı tutumunu, beklentisini, umudunu ve itirazını dillendirmenin ilk adımıdır.
“Entelektüel çöküntü”, bu ülkeye karşı el birliğiyle işlenmiş en büyük suçtur. Bu suçun bedelini, hayatın her alanında yaşıyoruz. Örneğin, 15 Temmuz, bir yobazın tek başına yarattığı bir cehennem midir? Bir gün çocuklarımız, bugünlere ve bizlere dair o soruyu mutlaka soracak: “neden?” O gün yaşamadığımıza “şükretmek”, bizi kurtarır mı? Hiç sanmam.