Genç Osmanlı Sultanı Mehmet Han, öyle bir yetiştirmiş ki kendini, şimdilerde “tarih dizisi” çektiğini sananların alayı anlayamaz. Yabancı dil, sorgulama, araştırma hepsi varmış sultanda. Çağında benzeri olmayan bir hoşgörü de cabası. Fatih Sultan Mehmet Han, isteseydi İstanbul’da “taş üzerinde taş, omuz üzerinde baş” bırakmazdı. Aslında Osmanlı Devleti “isteseydi” bugün başta Balkanlar olmak üzere pek çok devlet sadece “tarihte kayıt” olurdu. Kültüre, inançlara, yapılara dokunmadı Osmanlı. Sultan Mehmet’in anlayışı, kendinden sonra da sürebilseydi eğer, belki tarihimiz çok ama çok farklı yazılırdı.

Kafasına koymuştu genç padişah… Alacaktı Konstantin’in şehrini… Orası artık “İstanbul” olacaktı. Beylikten devlete, devletten imparatorluğa geçiş kapısıydı çünkü “Köhne Bizans”!

Ama Fatih, “Bizans’ı” devlet olarak yıktı. Bizans, sonuçta “Büyük Roma’nın” devlet genlerini de taşıyordu. Devlet geleneği, tarih yazıcılığı, yerleşik anlayışları, yeme-içme, arşivcilik, kurumsal eğitim, aidiyet... Ama tabii “entrikacılık da”… Sultan Mehmet, beylikten devlete büyüyen “mülkünü” şimdi İmparatorluğa dönüştürecekti. 29 Mayıs 1453’te burçlarda Osmanlı sancağı göründüğünde, sultanın yeni hedefi Roma olmuştu bile.

Ama olamadı… Zaten tarihimizde “aydınlık lider” kim varsa dikkat edin, “normal” ölmüyor.

Sultan Mehmet’i bizim dindarlar hep Sevgili Peygamberimiz'in hadisiyle kutsarlar da, deniz ürünlerine aşırı düşkünlüğünü hep es geçerler. Hazreti Peygamberimiz de “Köhne Bizans’ın” anlamını çok önceden kavramıştı. İslam ordularının İstanbul’a hücumunu mutlaka okumuşunuzdur ve “Eyüp Sultan’ı” biliyorsunuzdur.

Ama zaman Fatih Sultan Mehmet Han’ın “düşlediği” gibi olmadı işte. Zaman geçti, devr-i devran değişti ve o koca Osmanlı, bir anda “ham yapıldı” devrin “Bizansçılarına”. Hem dıştan hem içten öyle darbeler aldı ki, öyle yanlış müttefikler seçti ki, bir anda “ortada” kaldı ve “fakruzaruret halinde harap ve bitap” düştü.

13 Kasım 1918’de ilk işgali yaşadı, tüm kritik yerleri yabancı askerlerce, en çok da “Bizans entrikacılığının” merkezi olmuş İngiltere tarafından işgal edildi. 16 Mart 1920’de ise tüm İstanbul’da artık Türk değil başta İngiliz olmak üzere tüm “şer bayraklar” dalgalanıyordu.

Fatih Sultan Mehmet’in büyük bir idealle aldığı İstanbul, asırlar sonra ne yazık ki “kendi torunlarının” cehaleti ve yanlışları yüzünden “elden çıktı”!

Ama Fatih Sultan Mehmet’in kabrinde rahat uyumasını isteyen milleti vardı. O millet de, tıpkı Fatih aydınlığında olan Mustafa Kemal Paşa önderliğinde kenetlendi. İstanbul esaretini 6 Ekim 1923’te kırdı. Ve bugün İstanbul’da ay yıldızlı al bayrağımız şanlı şanlı dalgalanıyorsa, bunun sebeb-i hikmeti, 29 Mayıs 1453’ten çok 6 Ekim 1923’tür. Hazreti Peygamberin hadisinde söylediği “güzel asker ve güzel komutan” hem Fatih Sultan Mehmet ve ordusu hem de ve kesin olarak Mustafa Kemal Paşa ve ordusudur.

Fakat yarın göreceğiz ki, 29 Mayıs 2021’de herkes yine “Ulubatlı Hasan’ın kaç okla şehit olduğunu” anlatıp duracak…

Son olarak bir soru sorayım: Mustafa Kemal’i anmadan 1453 anmasını yapan “kafalar” acaba İstiklal Harbi kazanılamasaydı yarın İstanbul’da 1453 anmasına izin verilir miydi diye düşünürler mi?

Sanmıyorum!

***

27 MAYIS'IN ÜSTÜNDEN 61 YIL GEÇMİŞ

Altmış bir yıl geçmiş 27 Mayıs’ın üzerinden. Darbe mi, ihtilal mi, devrim mi bilmiyorum. Böylesine önemli bir olayı tek kelimeyle geçiştirmek bana uymuyor.

Osmanlı’daki Bâb-ı Âli Baskını’nı saymazsak Cumhuriyet’in ilk “askeri” müdahalesi 1960’ta olmuş. Yani askerler, Cumhuriyet döneminde tam 37 yıl sadece “askerlik” yapmışlar, siyasetçiler de sadece “siyasetçilik”. Böyle yorumlanabilir mi acaba?

Fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün, gençliğinden itibaren askerin politikaya karışmaması için nasıl uğraş verdiğini, kendi arkadaşlarıyla bile takıştığını biliyoruz. Lakin hep söylüyorum, iddia ve ısrar ediyorum ki, 1946 sonrası tüm “fabrika ayarları” bozulmaya başlamış.

Bence nedeni “memleketin ekonomisi”.

Sevgili hocam Hakkı Uyar, geçtiğimiz günlerde “Ege Meclisi” haber sitesinde müthiş bir makale kaleme almış. Diyor ki Profesör Hakkı Uyar: “Örneğin 27 Mayıs öncesinde 1958 devalüasyonu ve Vatan Cephesi; 12 Mart öncesinde yine devalüasyonlu ekonomik kriz ve sağ-sol cepheleşmesi; 12 Eylül öncesinde ekonomik kriz, 24 Ocak kararları ve Milliyetçi Cephe; 28 Şubat öncesi 5 Nisan kararları (1994) ve Laik-İslamcı cepheleşmesi… Devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbelere ortam yaratmaktadır; ancak, bu ikisine üçüncü bir nokta ilave edilmelidir. O da, askeri darbe için dış destek (ABD/NATO onayı) sağlanmasıdır. Özetle devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbenin iç dinamiklerini oluşturmaktadır. Bunların tamamlayıcısı olarak dış onay devreye girmektedir. İç ve dış dinamiklerin tam olması, darbenin önünü açmaktadır. Bu noktada 15 Temmuz 2016 darbe girişimini ayrıca ele almak gerekmektedir. Çünkü 15 Temmuz, iç dinamikler oluşmadan ve doğrudan dış güdümlü bir darbe görünümü ile kendisinden öncekilerden ayrılmaktadır.”

Bir bilim insanı hassasiyetinde güzel açıklamış Hakkı Hoca. 27 Mayıs 1960’a “pat” diye gelinmedi. Asla onaylamayacağım o idam kararlarının elle tutulur hiçbir gerekçesi de yok. Zira seçimle gelen ancak seçimle gider. Bunun adı da “demokrasidir”. Ve demokrasi gelsin diye de askeri darbe yapılmaz. Lakin seçim kazanan siyasi iradeler de kendilerini “bulunmaz Hint kumaşı” sanmamalılar, kendilerini “vazgeçilmez” zannetmemeliler. Demokrat Parti, öyle akla ziyan işler yapmış ki! Tahkikat Komisyonu bile başlı başına faşist bir girişimdir açıkça. Muhalefet liderini “atanmış valilerin” engelleme girişimleri demokrasiyle açıklanabilir mi? Peki, DP’nin iktidara gelme vaatlerinden olan “her mahallede bir milyoner yaratmak” kadar demokrasiye aykırı söylem olabilir mi? Fakat ne olursa olsun “darbe” siyasi iradeye değil “irade-i milliyeyi” hedef alır. Millet seçer, millet seçmez. Başka türlü “egemenlik” nasıl “kayıtsız şartsız” millette kalabilir ki?

27 Mayıs sonrası ilan edilen “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” kadar tuhaf bir etkinlik olamaz. Çünkü 1960’tan 10 yıl sonra, 1971’den 10 yıl sonra yine “demokrasiyi rayına oturtmak” amacıyla içeriği yabancılar tarafından doldurulan darbeler yaptırıldı Türkiye’de. Ve her darbeden sonra Türkiye daha bir emperyalist kapitalizmin insafına kaldı. 1960 “hayırlı” bir işse 1964’te o yükselen yeni Amerikancılık nedir? 1971’deki faşist cuntanın zulümleri hangi “anayasal demokrasi” kavramlarıyla anlatılır? 1980’de darbe yapanlar, ülkenin 100 yıllık geleceğini nasıl harap ettiler?

Her darbeden sonra dikkat edin “yeni iktidarlar ve yeni prensler” doğdu. Hepsi kendini düşündü ve millet fakir kaldı.

Bugün yaşadığımız tüm sorunların da nedeni “açık bırakılmış hesaplardır”! Yapanın yanına kâr kalmasıdır.

27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da, 15 Temmuz da Türkiye Cumhuriyeti’ni hazmedemeyen “eski devir düşmanlarının” açık hesaplarını kapatma operasyonudur. Lozan’da İsmet Paşa’ya diklenen İngiliz Başbakanı’nın sözlerini hatırlayın. Her darbeden sonra emperyalizm, cebinden ne çıkarıp bize kabul ettirdi acaba?

***

KABADAYILAR TARİH OLDU, YA ŞİMDİ?

Aslında bu konuya hiç girmek istemiyorum. Adına isteyen “mafya”, isteyen “organize suç örgütü” desin, pek ilgilenmiyorum. Oturup kimsenin de videosunu izlemiyorum, tepkisini dinlemiyorum. Hangi siyasetçi, hangi bakan, hangi bürokrat, kiminle ne yapmış umurumda değil.

Neden peki?

Çünkü “Kurtlar Vadisi” dizisinin ilk bölümlerini izleyen bir yurttaşım. Hiç şaşırmıyorum bugünlerde olan bitene. Ama emin olduğum bir şey var ki o da bu olan biten, öncesi ve sonrasıyla Türkiye’me yarar getirmez.

Kurtlar Vadisi ile 2003’te tanıştık. Ama “Susurluk Skandalı” 3 Kasım 1996’da girdi gündemimize. EGE TV’de “Haber Koordinatörü” idim o tarihlerde. Rahmetli Erbakan’ın “glu glu dansçılarını” canlı yayınlıyorduk. Her gün “bir dakika karanlık” eylemlerini haber yapıyorduk. Tansu Çiller, Deniz Baykal, Fikri Sağlar, Eyüp Aşık, Kutlu Savaş, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Mehmet Elkatmış, İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, Enis Berberoğlu, Kutlu Adalı, Mehmet Ali Birand, Süleyman Demirel… Ve kimler kimler…

Yahu onca rapor, konuşma, haber… Ne oldu?

Susurluk olayı tam olarak aydınlatılıp, yargıda hesap soruldu mu?

Geçelim… Türkiye’nin “puslu vadisindeki” puslar ne zaman geçti, aydınlıklar hâkim oldu?

O kanlı 1 Mayıs mitingi, Maraş, Çorum olayları, onca güzel aydına suikast, ekonomik krizler?

Yahu 6-7 Eylül 1955 mi aydınlandı?

Onca yolsuzluk iddiaları mı doğru düzgün soruşturuldu?

Sivas’ta katledilen masumların hesabı mı soruldu?

Şimdi şu son olayları düşünüyorum da, 1996’daki Susurluk kazası net ve tam aydınlanmış olaydı acaba bugün nasıl farklı yaşardık.

Eskiden “Kabadayılar” vardı mahallelerde. Sonra “mafya” çıktı ortaya, şimdi de “organize suç örgütü”… Ha bir de hiç tükenmeyen “tefeciler” var ama onun konumuzla ilgisi yok gibi.

Ama garip olan nedir biliyor musunuz?

Hani “Kurtlar Vadisi” kahramanı Süleyman Çakır vardı ya… Hani kendini “İstanbul sefiri” yapan “baronları” tarafından başka bir “mafyaya” öldürtülmüştü… Süleyman Çakır için “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye sloganlar atılıp, hayali kahraman için “gıyapta cenaze namazı” kılınmıştı…

Belki de “müstahak” olduğumuzu yaşıyoruz hep birlikte… “Yaş” veya “kuru” fark etmiyor hem de!