Türkiye’de siyasal iktidarlar, siyasi ve tarihsel kavramları kendi ideolojilerine göre şekillendiriyorlar. Bu kavramlardan biri de Millet ve Türk kavramlarıdır. Son yirmi yıldır millet (etnisite anlamında)-devlet imgelerinin ortadan kaldırılmasıyla, her iki kavramın da içeriği hemen hemen boşaltıldı. Türk, sözcüğü resmi devlet kurumları arasında sadece Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü gibi birkaç akademik kurumun ismi olarak kaldı. Bu şekilde devam ederse, yakın gelecekte İslam ümmetçiliği, Türk milliyetçiliği ve kültürünü (diğer milliyetçilikler de dâhil) resmi düzeyde neredeyse pasifize edecektir. Türkiye Cumhuriyetinin de asli temeli olan Türk milliyetçiliği ve kültürü, ideologlar tarafından Türkiye’nin koşullarına uygun olarak güncellenmediği için, fikri düzeyde sahip çıkılmadığı için neredeyse arkaik ve tarihsel bir konuma indirilecek bir sürece girmiş olduğu görülüyor. Gerçekten 19. Ve 20. Yüzyıllarda oluşturulan Ukrayna, Romen, Boşnak, Gagavuz gibi kimliklerle beraber, Türk kimlik ve kültürü de ortadan kaldırılabilir mi?

Bu konuya, Bernard Lewis’in çizdiği çerçeveden bakalım. Öncelikle millet kavramına bakalım. Bu sözcük Osmanlı terminolojisinde, dini anlamda kullanıldı. Katolik milleti, Rum milleti, Bulgar milleti, Latin milleti, Musevi milleti, Ermeni milleti ve Osmanlı milleti gibi kavramlar henüz modern milliyetçiliğin Osmanlılar'a girmediği dönemlerde ‘dini cemaat/ grup’ anlamında kullanıldı. Arapçadan Türkçeye geçen bu sözcüğe (milel kökünden), Avrupa’dan gelen etnik milliyetçi akımların etkisiyle, dini anlamından koparılarak etnik bir anlam yüklendi. Osmanlılarda, Ümmetçiler eski anlamında ısrar ederken, 19. YY. sonlarından itibaren bu sözcüğe etnik bir anlam yüklendi. Ayrıca, nation sözcüğü de İngilizceden Türkçeye çevrilirken ‘millet’ olarak çevrildi. Hem nation hem de millet sözcüklerinin Türkiye’deki seyri çok ilgi çekicidir. Aslında Avrupa ve Amerika’da da nation sözcüğüne farklı dönemlerde farklı anlamlar yüklendi. Örneğin, Oxford English Dictionary’de, nation sözcüğü, ‘ortak ata, dil veya tarih ile karakterize edilen, genellikle ayrı bir siyasi devlet olarak organize edilen ve belirli bir bölgeyi işgal eden ayrı bir ırk veya insanlar’ olarak tanımlandı. Hâlbuki nations sözcüğü, Ortaçağ üniversitelerinde çeşitli kökenlerden öğrencilerin kaldığı mahalleler anlamına geliyordu. Bernard Lewis, modern dönemlerde bu sözcüğün Amerika’daki farklı kullanımına dikkat çekmiştir: Modern American kullanımında, The League of Nations ve the United Nations kullanımında, yeni bağımsız devlet anlamı verilmiştir. Yine, New York’tan Kaliforniya'ya otobüsle seyahat eden bir Amerikalının, nation sözcüğüne başka bir anlam yüklediğini, ülke çapında sürüş (driving across the nation) anlamında bir cümle kurduğunu ifade eder. Milet kavramı ise, milliyet ve milliyetçilik çağında, dini bağlamından koparılarak (Kuran’daki millet-i İbrahim’den farklı olarak), etnik bir anlam kazanmıştır.

Bernard Lewis, kimlik tanımlamalarında bu sözcüklerin öneminden söz ederek, ‘Modern dünyamızda, evrensel olarak kabul edilen politik tanım ve farklılaşma ölçütü, ulus (ümmet anlamında değil)-devletin sağladığı ölçüttür. Tüm erkekler ve kadınlar vatandaşlar ve yabancılar olarak ayrılır ve aralarındaki ayrım kanunla belirlenir, pratikte uygulanır ve meşru kabul edilir’ demektedir (Multiple Identities of the Middle East). Ünlü Doğubilimci ve Orta Doğu tarihçisi Bernard Lewis, Türk sözcüğünün 6. Yüzyıl Çin yıllıklarında Tu Kiu olarak, Bizans yıllıklarında da Tourkoui olarak geçtiğini ifade eder. Türklerin kendilerine Türk demeleri 8. Yüzyıl Orhun yazıtlarıyladır. Ayrıca Aramice, Budist ve Hristiyan yazıtlarda da Türk sözcüğü geçer. Türkler Orta Doğu’ya, Arap ve Farsların köleleri olarak gelmişlerdir. Askeri önemlerinden dolayı Halifeler ve Sultanlar nazarında önem kazanmışlar, komutan olmuşlardır. Barış zamanlarında sadakatle hizmet etmişler, kargaşa dönemlerinde askeri gücü ellerinde bulunduklarından bağımsız hale gelmişlerdir. Lewis, Türklerin başlangıçta, Arap ve Farslar tarafından ‘küçük yabancı bir unsur’ olarak görüldüğünü ifade eder. Sonradan Türk aşiretleri kitleler halinde Orta Doğu’ya (Türkiye dâhil) göç etmeye başlamışlardır. Köle olarak gelenlerinden başka hür Türkler ve maceracı Türkler de gelmeye başlamışlardır. Askeri yeteneklerine dolayı Orta Doğu’da bir dizi ‘Türk ulus (ümmet anlamında değil) devleti’ kurmuşlardır.

KABA AMA ERDEMLİ

Araplar ve Farslar, Türkleri, başlangıçta kaba ve ilkel olarak görmüşler, ‘vahşi kusurları olan ama erdemi de olan insanlar’ olarak tanımlamışlardır. Cesur ve şerefli oldukları için kendilerine askeri rol vermişler, bu komutanlar daha sonra yönetici olmuşlardır. Türklerin Orta Doğu’ya gelişi, bir beladan daha çok nimet olarak görülmüştür. Nitekim İbn Haldun, Türklerin gelişini ‘İslam’a taze kan’ olarak yorumlar. Türkler, İslam’ın sadık yardımcıları olmuşlardır. İslam’ın yayılma dönemlerinde Batıdan Hristiyanlar, Doğu’dan da Moğollar, İslam’ı sıkıştırdığı zaman, Türkler İslam’ın kurtarıcısı olarak Orta Doğu’da sahneye çıkmışlardır. Moğollar İslamlaşarak asimle edilmiş, Hristiyanlar ise Türkler sayesinde İslam topraklarından atılmıştır. Ama bir süre sonra Araplar ve Farslar, Barbar (Türkü kastediyor) olduklarını görmüşlerdir. Bernard Lewis’e göre Araplar, Farslar ve Türkler arasında her zaman rekabet ve düşmanlık mevcut olagelmiştir.

Osmanlılar ise, Müslüman bir devlet ve Osmanlı ailesi de ‘meşru hükümdarlar’ olarak kabul edilmiştir. Osmanlılarda Türk sözcüğü Fatih’e kadar olumlu anlam içerir. Devşirme sisteminden sonra, olumsuz anlam (kaba, cahil) yüklenmiştir. Osmanlılarda, İslam’ı kabul eden ve Türkçeyi konuşabilen herkes yönetici olabilirdi. Araplar arasında Türk karşıtı hisler, Türklerin boyunduruğundan kurtarma ve Büyük Arap Milleti yaratma adına, Avrupalıların etkisiyle yayılmıştır. Kavmiyye, asabiyye, şuubiyye gibi Arap hisleri, son yüzyıllarda eski bağlamından koparılarak yine Avrupalıların etkisiyle formatlanmıştır. Lewis, kısacası, bu tanımlamalarıyla, Türklerin Orta Doğu’daki asli rolünün askeri olduğunu ifade ediyor.

TAHRİP EDİLİYOR

Oxford Sözlüğü'ndeki nation (millet) tanıma geri dönersek, Türk kavramı da Türkiye’de Türkçülük akımıyla bu tanıma uygun olarak güncellenmişti. Ortak dil Türkçedir, ortak tarih Türk tarihidir, ortak ata Atatürk’tür, ayrı siyasi devlet Türkiye Cumhuriyetidir, Türkiye’nin sahibi Türk ırkı ve Türk halkıdır. Ancak Türkiye’nin kuruluşunda Türk kimliği üzerinden oluşturulan bu yeni siyasi kavramlar, son yüzyıldır sürekli tahrip ediliyor.

Bernard Lewis, ‘Herhangi bir kimlik tanımının önemli bir parçasının, Ben'i Diğeri’nden, İçerideki’ni Dışarıdaki'den ayıran çizgi olduğunu belirtir. Farklı kimlik tanımlarının farklı cümleler gerektireceğini, bu cümlelerin çeşitli zamanlarda değişebileceğini, üst üste gelebileceğini ve kesişebileceğini söyler. Ona göre, bu cümleler nereye çekilirse çekilsin, en azından insanların kafasında her zaman "biz" ve "onlar" arasında net bir ayrım vardır. Diğer’in tanımı da Kendi’mizin tanımının önemli bir parçası olduğunu ifade eder.

GÜN GİBİ ORTADA

Bu durumda, kendini Türk olarak tanımlayanlar ile tanımlamayanlar arasındaki net ayırımın, Türklerin kendilerini Türk olarak tanımlamaları olduğudur. Lewis, ‘Elbette farklı etnik gruplar arasında her zaman rekabet ve hatta zaman zaman düşmanlıklar olmuştur. Bunlar Arapça, Farsça ve Türkçe etnik karalamalar ve şakalardan oluşan bütün bir literatüre yansır. Modern zamanlarda bu karşıtlık, yeni milliyetçi ideolojilerin etkisi altında yoğunlaşmış ve hatta sistematize edilmiştir. Geleneksel toplumda, egemen hanedanı ve seçkinleri, halk kitlesinden ayıran etnik bir farklılık, herkes İslam kardeşliğinde birleştiği sürece, ne garip ne de saldırgan olarak görülüyordu’ demektedir. Araplar arasında çıkan Türk karşıtı hislerin ise, Dış güçlerin doğrudan kışkırtması ve müdahalesi sonucunda olduğunu ileri sürer.

Sonuç olarak, Türkler kendilerini Türk olarak tanımladıkları sürece, yani ‘Ben’ olarak kalmaya devam ettikçe, Balkanlar ve Orta Doğu’da, veya İslam dünyasında, Türk kimliğinin ‘dış ve iç güçlerin kışkırtma ve müdahaleleriyle ortadan kaldırılamayacağı’ gün gibi ortadadır.