Zamanımıza Suudi Arabistan Krallığına ait olan Taif şehri, fasılalarla, Vahhabi egemenliğini dikkate almazsak, yaklaşık 400 yıl Osmanlı idaresinde kaldı (1517-1917). Tarihimizde ünlü sadrazam Mithat Paşa’nın (1822-1884) sürgüne gönderildiği ve boğdurulduğu şehir olarak bilinir. Osmanlı Arşivinde Taif’in 16.17. ve 18. Yüzyıl tarihiyle ilgili olarak çok az vesika vardır. Osmanlı bürokrasisinde daha çok sürgün yeri olarak bilinir. Kalesinin sağlamlığı ve kaçma imkânlarının zor olduğu yerlerden biri olması sebebiyle, Osmanlı askerleri, din adamları, Padişaha yakın olan kişiler ile Osmanlı bürokratların sürgün edildiği yer olarak tanınmıştır. Medrese bulunmadığından dolayı da Taifi nisbeli Müslüman din âlimlerinin sayısı da epeyce azdır. İdari olarak Osmanlının Hicaz vilayetine bağlı olan Taif şehrinin üç önemli özelliği vardır. Birincisi yayla olmasından dolayı havasının serinliği sebebiyle yaz aylarında Mekke ve çevre şehirlerin ileri gelenlerinin çıktığı bir sayfiye yeridir. İkincisi kalesinin sağlamlığından dolayı bir sürgün yeridir. Üçüncüsü Hz. Muhaammed2in amcaoğlu Abdullah bin Abbas’a ait büyükçe bir mescidin burada bulunmasıdır.
Şüphesiz Osmanlı idaresi burada kendi müesseselerini kurmuştur. 1848’de burada bir muvakkıthane kurulmuş ve saatler Tevfik Paşa’ya teslim edilmiştir. İstanbul’dan gönderilen saatçi İbrahim Efendi bu saatlerin bakımıyla görevlendirilmiştir. Burada Polis teşkilatı kurulmuştur. Taif Polis müdürleri İstanbul’dan atamıştır. Taif kalesi içinde yer alan hapishane, Osmanlının elinden çıkışına kadar faaldi. Osmanlı Nizamiye askerlerinin ikamet ettikleri bir kışla kurulmuştur. Taif ile Medine arasındaki karayolu (tarik-i Sultaniye) 1880 yılında hacılar, tacirler ve yolcuların güvenle geçeceği bir şekle getirilmiştir. 1911 tarihli bir Osmanlı belgesinde Taif süvari taburlarından söz edilir. 1904 yılında Mekke ile Taif arasında posta sürücülüğü müessesi kurulmuştur. Mektup ve kargolar bu görevli tarafından Taif’e götürülürdü. 1910 yılında taife kargo ve mektuplar Mekke’den ilk kez olarak otomobille götürüldü. Yine Taif’te Osmanlı askeri hastanesi ile eczane vardı. Taif Hükümet Konağı, Taif çarşısı, 1851 yılında Taif’teki Müslüman kabristanının ihata duvarı ve müezzin odaları Osmanlı idaresi tarafından yaptırıldı. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamid kendi parasıyla Nakşi tarikatına ait bir dergâh yaptırdı. Yine 1897 yılında burada 750 kişilik iki katlı büyük bir kışla inşa ettirildi. Yine Taif’te İbtidaiye ve Rüşdiye mektepleri açıldı. İstanbul’dan bu okullara öğretmenler görevlendirildi. Taif İbtidaiyyesi Mutavassıta Mektebinin 1917 yılında aktif olduğu belgelenebiliyor. 1913’de Mekke ile Taif arasında telefon-telgraf hattı çekildi. Hz. Muhammed2in amcaoğlu Abdullah bin Abbas’a ait bir mescidin Taif’te bulunması, Osmanlı idaresi açısından Taifi önemli hale getirmiştir. 1897 tarihli bir Osmanlı arşiv belgesinde Abdullah bin Abbas Mescidinin çatısının tamiri için 21.097 kuruş tahsis edildiği yazılıdır. Başka bir belgeye göre 1903 yılında bu mescit tamir edilmiştir. 1887 yılında Abdullah bin Abbas’ın kabri üzerindeki örtü (puşide) yenilenmiştir. Abdullah bin Abbas Camiindeki (bazen mescit olarak geçer) muvakkıthane memurunun (Şeyh Seyyid Hacı İbrahim) maaşı İstanbul’dan ödenmiştir. 1903 yılında Taif’te on iki hücreli bir medrese ve bir kütüphane tesis edilmiştir. Devrin şeyhülislamı Mehmed Cemaleddin Efendi Taif’te medrese olmadığı için erbab-ı ilm (Müslüman erkek din âlimi) yetişmediğini fark ederek burada bir medrese açılmasını istemiştir. Taif kale ve surlarının zaman zaman Osmanlı idaresi tarafından tamir edildiği belgelenmektedir. Bir belgede ‘Taif kalesi canilerin muhafazasına tahsis edildiğinden (Osmanlı Arşivi DH. ŞFR 274/5)’ ibaresi geçtiğinden adi suçluların buraya sürgün edilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Buraya gönderilen en ünlü sürgünler Sultan Abdülaziz’in hal’edilmesi vakasına karışan kişilerdir. Bu mevkuflar arasında eski şeyhülislam Hayrullah Efendi, Fahri Bey, Ali, Binbaşı Necip, Cezayirli Mustafa, Seyyid Mehmed, Mustafa Pehlivan, Hacı Mehmed, Arif ve Bekir efendi vardır. Bu ‘canilerin’ bir kısmı burada vefat etmiştir. 1790 yılında Edirne kadısı Feyzullah Efendizade Mehmed Refi Molla ve 1911 yılında Topçu Ferik Sadık Paşa gibi önemli sürgünlerin yanı sıra en önemli figür Midhat Paşa’dır. 1912 yılında Mithat Paşanın Taif’teki makberesi türbe haline çevrilmiştir.
Taifte medrese olmamasından dolayı Hint Müslümanları 1912 yılında Darülfünun adında bir medrese açmak istemişlerdir. II. Abdülhamid 1907’de sağlığına kavuştuğunda Taif’te adına kurbanlar kesilmiş ve mevlit okunmuştur. Yaz mevsimi geline, havasının serinliğinden dolayı, Hicaz Vilayetinde görevli Osmanlı memurları genellikle Taif’e giderlerdi.
Taif, 1804’de Vahhabilern eline geçti. 1905’te Şerif Galip, Taif’i Vahhabilerin almaya çalıştı. Osmanlı idaresi Nakşi tarikatı sayesinde bunları engelleyemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Taif adı unutulmasın diye 1894’te imal edilen bir Osmanlı vapuruna ‘Taif’ adı verildi. 1916’da Şerif Hüseyin’in; 1924’te de Abdülaziz bin Suud’un eline geçti. Son Osmanlı padişahı Vahidüddin’in 1923’te Taif’i ziyaret ettiğini de belirtelim. Taif ile Mekke arasındaki dağlık bölgede eşkıyalık devam etti. Osmanlı idaresi 1890 yılında bu bölgede yol kesen Arap Beni Sad ve Nasır kabilelerini ıslah etmeye çalıştıysa da eşkıyalık devam etti.
15 Haziran 2025 günü sabah vakitlerinde Mekke’deki Gazze garajı yakınındaki Misfele köprüsü altından kalkan taksi dolmuşlarla Osmanlı eserlerini incelemek üzere Taif’e gittim. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Taif’e vardım. Mekke’den sonra yol bir dağa yöneliyor, yılankavi bir yoldan araçlar zorlanarak dağın zirvesine çıkıyor. Bu dağın yarı yolunda yabani maymunlar (babun) gördüm. Bunların beslenmemesi için ikaz işaretleri konulmuştur. Dağın zirvesinden aşağıya doğru bir miktar su akan bir dereyi de gözlemledim. Tırmandıkça hava serinliyor, Mekke vadisi uzaktan seçilebiliyordu. Mekke’den Arafat yolundan taksi çok virajlı olan yola girerek dağa tırmanmaya başlıyor. Mekke’den Taif’e ulaşan tek bir asfalt yol (otoban) vardır. Bu yolu sel basar veya dağdan kayalar düşerse kapanır korkusuyla bir teleferik yapılmıştır. Büyük otobüsler ile kamyonlar bu yolu kullanmıyorlar. Çıktıkça manzara muhteşem, derin ve çıplak vadiler görülüyor. Zirveye çıktığımızda karşımıza gayet yeşil bakımlı bir yerleşim yeri bizi karşılıyor. Burada yol kenarındaki ağaçlar biçimli budanmış, villalar harika ve peyzaj gayet iyi. Temiz bir caddeden Taif’e doğru ilerliyorsunuz. Hada ve Şehar gibi Taif’e bağlı küçük yerleşimlere giden yollar buradan ayrılıyor. Taksi dolmuşlar Taif’te yolcuları al-Aziziye durağında indiriyorlar. Buradan yürüyerek Abdullah bin Abbas Camiine gidilebiliyor. Taif eski çarşısının içinde geçerek kolayca söz konusu camie varılıyor. Çarşıdaki eski dükkânlar restore edilmiştir. Bu dükkânların çoğunda altın, bakkaliye malzemeleri ve esans satılıyor. Taif’in en özel hediyesi Arapça’da vard al-Taifi denilen gülyağıdır. Bu gülyağı burada sadece bir dükkânda satılıyor. Bunun küçük bir gramı 1.700 riyalden başlıyor. Hâlbuki İstanbul gülyağı olarak satılan Isparta gülyağının fiyatı bundan daha ucuzdur.
Taif’in en önemli dini yeri Abdullah bin Abbas Camii. Hintli ve Uzakdoğu Asyalı Müslümanlar için burası bir mikat yeridir. Bunların çoğu burada ihrama giriyor. Cami gayet temizdir. Hemen bitişiğinde elyazması kitaplar bulunan bir kütüphane vardır. Görevliyi bulamadığım için ne yazık ki içindeki kitapları görme imkânını bulamadım. Cami etrafında teze meyve satıcıları vardı. Modern Taif şehir gayet bakımlıdır. Yeşil parklar vardır. Hemen hemen tüm uluslararası firmaların mağazaları bulunuyor. Mekke ve Medine’den sonra Türk hacılar arasında Taif serin havası ve sokaklarının temizliğiyle iyi bir intiba bırakıyor. Burada Afgan Afşarları ile Özbeklere rastladım. Ticaret yapıyorlar ve çoğu İstanbul ile bağlantılıdır. Şehir eski tarihi dokusunu büyük ölçüde kaybetmiştir. Sadece Taif kalesinin bir temelinin kalıntısı söz konusu camiin ilerisinde bir yerde korunmuştur. Söz konusu camiin içinde hiçbir yazı bulunmuyor. Avrupa’daki Protestan kiliseleri gibi. Al-aziziye mahallesindeki yeni cami de aynı durumdadır. İçinde Allah yazısı bile bulunmuyor. Taif’te hiç kitapçı dükkânı görmedim. Sadece ana yol üzerinde Mektebe al-vezir isimli bir bina gördüm ki sanırım burası resmi bir kütüphanedir. Taif Üniversitesi ise şehir merkesinden yirmi kilometre uzaklıkta bir yerde yer alıyor. Mithat Paşanın kaldığı zindanı birkaç kişiye sordumsa da bilen çıkmadı. Dükkânlarda çalışan personelin çoğu, Yemenli, Hintli, Pakistanlı ya da Myanmar gibi Uzak Doğu Asya ülkelerinden. Taif’ten Mekke’ye döndüğüm zaman Diyanet Görevlileri mikat sınırının dışına çıktığım için Harem-i şerife girebilmem için bir mikat yerine giderek ihram giymemi ve daha sonra Kâbe-i Maksud’a girebileceğimi belirttiler. Taif’in Hz. Muhammed ile olan kötü ilişkilerinden dolayı bazı Müslümanlar tarafından halâ sevilmediğini fark ettim.