“Sayın İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger Beyefendi’ye açık yazımdır!”

Düşünüyorum da son 30 yıldır bu sözü ne kadar çok söyledim, yazdım. Bir söz daha var aslında onu da sıkça söyledim durdum. Neydi o söz? Yazının sonunda onu da okuyacaksınız.

1993’ten beri İzmir’de Kutlu Aktaş’tan Erol Ayyıldız’a çok vali geldi, gitti. Mustafa Toprak’a kadar İzmir valileri, kendilerini atayan makama sadakatlerini “umur-u devlet” bakışıyla sergilediler. Mustafa Toprak’la başlayan süreç ise İzmir’in dokusundan havasına hep aykırıydı. Ne yazık ki valiler, seçimle gelen siyasal iktidarı “kutsal devlet” gibi algılayıp devletin, milletiyle sağlıklı olabileceğini unuttular.

Vali, devletin kentlerdeki en üst vekiliyken, sonraları halkın oyuyla seçilen siyasi mekanizmanın “temsilcisi” gibi davranmaya başladılar.

Mustafa Toprak her şeye rağmen “halkla” orantılı, dengeli ve ayırmadan iletişim kuruyordu ama, onun görev süresinde İzmir’de de ne yazık ki “FETÖ baskısı” vardı. Erol Ayyıldız ise tamamıyla siyasi iktidarın hem sözcüsü hem de “resmi takipçisi” gibi oldu. Siyasi iktidarın dışındaki tüm dengeleri, muhalefeti, basını, aydınları ve halk katmanlarını “görmemeye” özen gösterdi.

Haziran 2020’de ise İzmir Valisi, Aydın’dan atanan Yavuz Selim Köşger oldu.

Yaşça benden 4 yıl büyük, Ankara Siyasal mezunu bir yurttaşımız. Yavuz Selim Bey’in dikkatimi çeken bir özelliği var. Fransız idari sistemi üzerine incelemeler yapmış. Mahalli İdareler konusunda oldukça uzman, kendini Cumhuriyet olanaklarında ve terbiyesinde ciddi yetiştirmiş biri. İzmir’e atandığında, önce pek aldırmadım. Çünkü benim için artık Valilik, çok da ilgileneceğim bir makam olmaktan çıkmıştı. Ne gazeteciydim artık ne de işim basındaydı.

Bu arada hemen bir hatırlatma yapmalıyım ki, meslek hayatımda istisnalar hariç valilerle aram genelde iyi olmadı. Yusuf Ziya Göksu en çok eleştirdiğim valiydi, fakat onun dahi demokratik karşılıklarını yaşadım hep. Kutlu Aktaş, Erol Çakır, Oğuz Kağan Köksal, Alaattin Yüksel, Cahit Kıraç ise demokratik, hoşgörülü valilerdi. Kemal Nehrozoğlu ise mesafeli bir valiydi. Diğerleri ile zaten ya aram iyi olmadı ya da ilgilenmedim. Tabii Emniyet Müdürleri de öyle. Halil Tataş’la çok çekiştim, Hüseyin Çapkın ile birbirimizin yüzüne telefon kapattık. Adını anmak istemediğim bir müdür ise neredeyse canıma kastedecekti. FETÖ'den mimliydi zaten.

Neyse, Yavuz Selim Köşger “vali” olunca, sosyal medya mesajları dikkatimi çekti. Çizdiği portre, halkını ayırmadan dikkate alan “eski zaman valileri” gibiydi. Bir “deneme” yapayım istedim. Bir Cuma akşamıydı sanıyorum, tuttum kendisine sosyal medyadan, Basmane’de, FETÖ'cü eski bürokratların akla ziyan restorasyonlarını yazdım. O güzelim tarihi emanetleri nasıl mahvettiklerini görselleriyle yolladım.

Pazar sabahı önce Kültür Müdürü sevgili Murat Karaçanta, ardından Vakıflar Müdürü Muzaffer Ataseven ağabeyim aramasın mı? Muhteşem bir ilgi. İkisi de zaten iletişime açık değerli bürokrat. Ben de şoktayım ama. O hafta da bazı yayınlara konuk oldum. “Tamam” dedim yayınlarda “galiba İzmir Valisini buldu” …

Ardından bir akşam çok sevdiğim Sakız mekânında, Pasaport İskelesi’nin orada “muhabbetteyiz” dostlarla. (Nedense yıllardır, Alsancak, Pasaport, Kordon’da “muhabbette” bir iki dubleden sonra dostlarımla “1910-1922” arasını konu ederiz) Gözüm Kantar Karakolu önündeki genç polislere takıldı. Sonra da çatı… Bir anda bir siluet geldi gözümün önüne. Sene 1919, işgalin ilk günü akşamı belki de… Pasaport’un tepesinde dev gibi işgal bayrağı. Dostlarla muhabbete ara verip başladım telefonumda “o fotoğrafı” aramaya. Buldum ve bir mesajla Sayın Vali’ye yazdım. O muhteşem cevabı hemen geldi. “O bayrak çekilecek” diye yazmıştı Vali Bey.

Açık söyleyeyim ama, içime o günden sonra bir “sıkıntı” düştü. Bazı dostlarım “Vali ile ilgili hayal kırıklığı yaşayabilirsin” diyorlardı ama, aldırmadım. Fakat 29 Ekim öncesi Vali’nin “bayrağın çekilme” mesajını görünce burkuldum. Tamam pandemi vardı, salgın vardı. Ama o bayrağın çekilmesi benim mesajımla olmuştu, öylesine bile olsa haberim olamaz mıydı?

Vali Bey’le çok anlamlı başlayan iletişimimiz galiba o aralar kesildi. Kim bilir ne oldu, “bir yerlerden” benimle ilgili “uyarı mı” aldı bilemeyiz ki! Yaşanan depremden sonra ise özellikle Şehircilik Müdürlüğü’nün asla kabul edemeyeceğim yaklaşımları, hatta halka saygısızlığı doruğa çıktı. İnşaat ve hafriyat firmalarının zulümlerine bugüne kadar şehircilik müdürlüğü ve Bayraklı Kaymakamlığı ilgi göstermedi. Bir iki kez Vali Köşger ile AK Parti Milletvekili Hamza Dağ ilgilendi. (İnşaat ve hafriyat firmaları, bu yazı yazılırken dahi, Mahalli Çevre Kurulu kararına aykırı zalimliklerine devam ediyor.)

Geçtiğimiz hafta ise inanmakta hala güçlük çektiğim bir olay yaşandı. Vali Bey ve bürokratları Bornova Kültür Merkezi’nde “depremzedelerle” bir araya gelmiş. Bu toplantı ne amaçla, kimin çağrısıyla yapıldı, neden belediyeler dışlandı, neden basına haber verilmedi bilinmez. Ancak şunu söyleyeyim, öyle rahatsız edici söylentiler var ki Bayraklı ve Bornova sokaklarında, bazıları depremden siyasi menfaat peşine düştüyse havasını alır demedi demeyin.

Toplantıyla ilgili Yeni Asır Gazetesi’ndeki haberi okuyunca çok ama çok üzüldüm.

“Şundan emin olmalısınız; burada çalışan arkadaşlarımız, sizin hak kaybınıza vesile olmak için çalışmıyor. Tam tersi sorunlarınıza en hızlı çözümü bulmanın peşindeler. Maalesef beş parmağın beşi bir değil. İnsanlar kendi konforlarından en ufak taviz vermek istemiyor. Bir an önce enkazların kaldırılıp, bir an önce inşaat sürecine başlayıp sizin bir an önce kalıcı konutlara ulaşmanız gayreti içindeyiz ama birileri de 'enkaz kaldırma aracı çok gürültü yapıyor' diye şikâyette bulunuyor. Toplumdan bu tür şeyler de geliyor. Buna rağmen en kısa sürede kalıcı konutlar başta olmak üzere ulaşmanız gereken hizmetlere ulaşmanızı sağlamaya çalışıyoruz.”

Bu sözlere verdiğim cevaplardan ötürü de kim ne ederse umurumda değil. Başım dik alnım açık. Hayatımın bir saniyesinde bile “konfor” ve “rahat” kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenmedim. Bayraklı’da olan bitenin bir noktasını bile bilmiyor yazık ki Vali Bey. Ben de tehditlerden korkacak biri değilim. İşsizliği de açlığı da çok hem de çok iyi biliyorum. Zamanında da ne “hocacıların” ne de “ritüelcilerin” koluna girmediğim için neler yaşadığımı önce Allah biliyor. Vali Bey önce o “konfora düşkünlükten” sandığı “şikayetleri” öğrenmeli. Bunu da en son öğreneceği kişi İzmir Çevre ve Şehircilik Müdürü’dür!

Valinin sözlerinin her kelimesine mercek tutarım ama, yüreğimi acıtan şu “konfor düşkünü şikâyet” bahsi. Demek biz “konforumuza” düşkün olduğumuz için “inşaat gürültülerini” şikâyet ediyoruz öyle mi?

Sayın Vali Önce Araştırın!

Sevgili Murat Atilla’nın izniyle yazıyorum bu satırları. Bu köşeyi böyle bir yazıyla doldurduğum için de anlayışına sığınıyorum.

Eşi depremde kurban olmaktan bir dakikayla kendisine bağışlanmış bir yurttaşım. O depremde benim canlarım öldü. Komşularım evlerini kaybetti. Deprem günlerinde “kimin ne halt” ettiğini de Vali Bey’den, hatta tüm siyasilerden çok daha iyi biliyorum. Enkaz başında canlarını sağ bekleyenlerin yanında, inşaat metrekaresi hesabı yapan, içinde cenazeler olan yıkıntıların fotoğraflarını tabletle, kamerayla çeken kimlerdi acaba? Kat ve daire sayısı belirlenirken vatandaşlar mı düşünüldü, deprem gerçeği mi düşünüldü yoksa bazı ruhsuz müteahhitlerin “tavsiyeleri mi” dikkate alındı?

O “gürültülerin” faturalarını kim ödeyecek acaba? Evleri sağlam diye adeta cezalandırılan yurttaşlar şimdi de “konforlarına düşkün” oldu öyle mi?

Evleri sağlam olan kiracı ve ev sahiplerinin, gecenin üçünde kepçenin yere vurmasıyla yataklarından nasıl fırladıklarını Vali Bey hayal etsin bakalım!

Kaç depremzede var ev bekleyen, kaç ev yapılıyor, yapılacak? Evler kaç metrekareydi şimdi kaç metrekare? Hasarlı konutlar kimler tarafından üç kuruşa satın alınıyor? Hangi kurumun güya görevlileri kapı kapı dolaşıp “kentsel dönüşüm kararı” alın diyor? Müteahhitler “inşaat birim fiyatını” neden uçurdu? Hasarlı daire maliklerine “dask size para vermez, siz bana 400 bin lira verin, ama sahip olacağınız daire bir milyon olacak” diyen cahil ve menfaat müritleri kimlerdir Vali Bey?

Sözün kısası Vali Bey, Bayraklı’da planlanan “gizemli gelecek” nedir?

Bitirilemeyen Şehir Hastanesi inşaatı ile “depremin” ne ilgisi vardır?

Şehir Hastanesi çevresine yapılacak olan “iki camili 3 bin konutlu” alan gerçekte kimlere yapılıyor? Benim komşularım geri dönebilecek mi Karagül, Yağcıoğlu, Petrolcüler ve Yılmaz Erberk arazilerinde yapılan evlere? Benim bakkalım yeni dükkanına girecek mi? Tanıtımdaki o lüks görünümlü konut ve dükkanların “yeni” sakinleri mi olacak yoksa? Hatta mesela Yılmaz Erberk apartmanı yerine yapılan inşaatın yeni sakinleri Katarlılar mı olacak?

En kötü iletişim, iletişimsizlikten iyidir!

Ben AK Partili değilim, olmam da, oy da vermem. Ama çok sevdiğim dostlarım var. Ayrımcılığı ben yapmıyorsam, kimse de bana yapamaz. Vali Bey’e birileri inanılmaz yanlış bilgiler vermiş belli. Çünkü Vali Bey’e ben “onların beceriksizliklerini” yazıyordum. O bürokratlar, makamlarını korumak için halka zulmetmeyi şanlarından saymış. O halde son sözümü de edip noktayı koyayım:

“Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur!”

Devletim baki, milletim salim olsun. Ben kin tutmam, gönüller hoş olsun!

NOT: Çok kırıldığım için yazmak zorundaydım. Beni anlayışla karşılayacağınıza inanıyorum. Cuma günü Gaziemir’den Buca’ya “ilginç” ve “tarihi” konular olacak.