Türkiye Büyük Millet Meclisi 20 Temmuz 1922 tarihli oturumunda kendisine dördüncü kez 'Başkomutan' unvanını verdiğinde 40'lı yaşların başındaydı. Aylar önce Büyük Taarruz'un planlarını yapmıştı.

Emperyalizme karşı verdiği savaş bütün dünyada şaşkınlıkla izleniyor, bir ulusun küllerinden doğarak şahlanışı gizli bir hayranlık yaratıyordu.

Bir Başkomutan'da bulunması gereken bütün niteliklere sahipti. Askeri dehasını siyasi dehasıyla birleştirmiş, emperyalizme diz çöktürüyordu. O Mustafa Kemal'di. Dünyaya "İşte Başkomutan" mesajını veriyordu.

Şimdi tarihin sayfalarını biraz aralayıp, gerçek Başkomutan'ımızın dehasının ayrıntılarını anımsamaya çalışalım;

Ahmet Çavuş, yanına bölüğünden iki er alarak keşif için dağa tırmanmaya başladı. Yanında saatli, tetikli, fitilli olmak üzere on bomba vardı. Biraz sonra onların ardından 40 kişi daha gelecekti. Dikkatlice bakınca kuytuda beş-on Yunan subayının oturduğunu gördüler. Ahmet Çavuş hemen belindeki bombalardan birini yakalayıp fırlatmaya hazırlanarak;

-Davranmayın, teslim olun! Diye bağırdı.

Subaylar ellerini havaya kaldırdılar. Ahmet Çavuş, önündeki bir subayın atını yularından yakalayarak çekti. Yunan Subayları;

-Ne kadar gücünüz var? diye sordular. Ahmet Çavuş;

-Üç Ordu. Tümünüz kuşatıldınız. Ya teslim olacaksınız, ya da sizi grup ateşine vereceğiz.

Bu sırada Yarbay Hüseyin Hüsnü Bey'le Tabur Kumandanı Fuat Bey de tutsak edilen Yunan Subaylarının yanlarına geldiler. Hüseyin Hüsni Bey, düşman subaylarından birini eliyle göstererek Ahmet Çavuş'a sordu;

-Bu subayın kim olduğunu biliyor musun?

-Ne bileyim. Elin düşmanı. Babamın oğlu değil ya bileyim.

Tabur Kumandanı gözlerini faltaşı gibi açarak Ahmet Çavuş'un yüzüne doğru bağırdı;

-Trikopis! Trikopis! Yunan Başkumandanı!...

***

- Getirdiler mi? diye sordu.

Nurettin Paşa'yla Kemalettin Sami Bey arasında iki Yunan Kumandanı süklüm-püklüm içeri girdi. Yepyeni üniformaları, yüzleri gözleri toz toprak içindeydi. Yalnız göğüslerinde türlü nişanlar, madalyalar parlıyordu. Hele Trikopis'in göğsü madalyalarla doluydu. Oysa masa başında oturan üç Türk kumandan bayağı Türk erleri gibi giyinmişti.

Yunan generalleri, içeri girer girmez hazır ol durumuna geçerek askerce selam verdiler.

Fevzi Paşa ile İsmet Bey'in arasında oturan Mustafa Kemal, ağır ağır ayağa kalktı. İkisinin de elini sıktı. Onlara kahve söyledi, sigara verdi. Sözlerine şöyle başladı;

-Bundan birkaç ay önce Başkumandanınız Hacı Anesti, cepheyi denetleyerek İzmir'e döndükten sonra gazetecilere verdiği bildiride “Mustafa Kemal mi? Fakat ben bu adda bir kumandan tanımıyorum. Cephede hiçbir yerde rastlayamıyorum” demişti. “Şimdi bir haftadır savaş meydanındayım, başkumandanınızı göremedim, nerededir?” dedikten sonra, Trikopis'i son derece şaşırtan şu haberi verdi;

-Atina sizi Hacı Anesti'nin yerine Yunan Ordusu Başkumandanı atadı. Fakat haberleşmeniz kesildiğinden atama buyruğu bizim elimize geçmiştir. Buyruğunu göstererek başkumandanlığını bildirdi.

Trikopis bir süre şaşkınlıktan kurtulamadı;

-Ben sizin bu kadar genç olduğunuzu bilmiyordum general, diyebildi.

Mustafa Kemal bir süre Yunan kuvvetlerinin yaptığı hataları anlattıktan sonra, görüşmenin bittiğini anlatmak üzere ayağa kalktı. Trikopis'e;

- Sizin için bir şey yapabilir miyim? diye sordu.

-İstanbul'daki karımın durumumdan haberdar edilmesini dilerim.

Mustafa Kemal, bunun yapılacağını söyleyerek, Trikopis'in elini uzunca bir süre sıktı;

-Savaş bir talih oyunudur General. Kimi zaman en büyük kumandanlar da yenilir. Nitekim dünyanın en büyük askerlerinden biri olan Napolyon da yenilmiş ve tutsak olmuştur. Üzülmeyiniz.

Trikopis. Ellerini sallayarak ağlamaklı bir sesle;

-Ah general dedi, en son yapmam gereken şeyi yapamadım.

Bununla kendini öldürmek yürekliliğini gösteremediğini anlatmak istiyordu...

Yunan Başkomutanı yıllar sonra verdiği bir röportajda şöyle diyecekti;

“Atatürk'ün o günkü ince ve nazik davranışı karşısında rahatladım. Moralim düzeldi. Bu büyük komutana karşı içimde bir hayranlık duymaya başladım.

Büyük Önder'in 94 yıl öncesinden verdiği Başkomutanlık dersi böyleydi. Ne dersiniz günümüzde yeterince anlaşılmış mıdır?