Yarın 1 Eylül Dünya Barış Günü. Bir dolu gerekçe öne sürülerek, kim yerlerde nicedir 21 Eylül’de kutlansa da, biz 1 Eylül’ü seviyoruz, o gün kutlamayı yeğliyoruz. Bizim de bunun için gerekçelerimiz var ve bu ayrı bir yazı konusu, çünkü bir dünya görüşü sorunu. “Kutlamak” sözün gelişidir. Yerine anımsama, irdeleme ve gereğini düşünüp davranmayı dert edinme, daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Hangi kavram, değer, sözcük olursa olsun, ona anlam verecek olan, önce ve önce insanın kendisidir. Kendimizi taca atarak, sütre gerisinde durarak, “nasılsa biri ya da birileri benim yerime uğraşıyor” diyerek; gerçekleştiğinde alkış delisi kesilmek, gerçekleşmediğinde sızlanmalara gark olmak, kolaycılıktır, ucuzluktur. Bu davranış biçimi, bireyselleşme ve toplumsallaşma sürecini başaramamış ülkelere özgü tuhaf bir hastalıktır. O ülkelerin sistemleri, bu hastalığın geçmesini hiç istemez. Bu bağlamda bilgi ve belge üretenleri, düşünüp söyleyenleri, eyleyenleri, sen de gel diyenleri “lanetli “olarak görmeleri ve göstermeleri bundandır.

İşte bu yüzden o ülkelerin kahvelerinde ve evlerinde en çok duyulanlar “Ah, şöyle biri çıkacak ki…” diye başlayan cümlelerdir. Ama o ülkelerde en manidar fıkralardan biri de “Nasrettin Hoca ile filler” başlığını taşır. “Bana dokunmayan yılan…” diye başlayıp, “Her koyun kendi bacağından…” diye, uzayıp giden toplumsal kişiliksizlik itirafı cümleler de, bir algı itirafıdır. Bu algı, yüzyıllara dayanan, varlığını “aklın özgürlüğünü” ezmeye, borçlu olan sistemin sonucudur.

Diyeceğim, demokrasi gibi, insan hakları gibi, vicdan gibi kavramlar, bir ülkede bireylerin içselleştirip, toplumsal bir reflekse dönüştürdüğü oranda değer ve yaşamsallık kazanır. Barış, işte bu kavram ve değerlerin başında gelir. Bunun öncelikli koşuluysa, insanın kendisiyle barışık olmayı başarmasıdır. Bedeniyle barışık olmak, konumunu ve koşullarını algılamaya dair barışık olmak, duygu ve düşünceleriyle –tüm eksiklikleri, fazlalıklarıyla- barışık olmaktır anlatılmaya çalışılan. Bunlar, bilgi, görgü, entelektüel nitelik ve nihayet tutum ve davranışların kalibresi oranında başarılabilir. Eğitimsiz, hödük, kendini tanımlamaktan aciz, ancak kendisinin bilebileceği travmaların zehirlerini hayata saçanlar, barışı ne kendi içinde tesis edebilir, ne de hayata bir teklif ve temenni olarak sunabilir. Bu zavallıların sığınacağı tek korkunç dehliz, dilde, tavırda, tutumda ölümcül şiddettir. Aşağılık ruhların, buna kılıf uydurmaktan başka çaresi yoktur. Erkeliktir bu kılıf, milliyettir, etnik kökendir, dindir, vatan millet Sakarya’dır, makamdır mevkidir, silahtır, nasılsa elde ettiği yetkidir. Bütün bu cafcaflı sıfatlara rağmen, barış duygusundan, algısından ve onu bir yaşama biçimine dönüştürmekten kaçmalarının, en arabesk gerekçesi, her birinin kendince uydurup inandığı ve inanmamızı istediği, bir türlü tanımlayamadığı, tanımlayamadığı için de sonu gelmeyen mağduriyet bulamacıdır.

Her kavram gibi, barış da eğitimle, yetişme sürecinde tanık olunup benimsenen rol modelleriyle, yaşadığı çevrenin ve sistemin onu nasıl tanımlayıp yaşadığıyla doğru orantılıdır. Barış, anlama ve anlatma yeteneğinin, bizdeki karşılığı kadardır. Neyi neden sevdiğini bilmeden, hesabını verip gereğini yapmadan, sabahtan akşama kadar memleketimi seviyorum, doğaya bayılıyorum, hepimiz kardeşiz falan diyerek dolaşsan ne yazar? Bana benzemelisin, benim gibi düşünmelisin, benim istediğim gibi konuşup yazmalısın, benim için her türlü değerinden vaz geçip, benim yaşamamı sağlamak için uğraşmalısın… Hayır, bu vahşi tavrın adı barış değil, faşizmdir.

Kocaman bir mezarlığa, hazin bir taziye evine dönen bir coğrafyada, asıl bunları konuşmak, her evi, her kahveyi, her sokağı birer barış platformuna dönüştürmek, bugün barış adına en güzel hizmettir.