Hasan Âli Yücel’in 1958’de yazdığı “Geçtiğim Günlerden” yapıtındaki şu tümcelerini çizmişim: “Lâfın kısası, niçin boşuna vakit geçiriyoruz? Zaman, dar. Azrail, defter elinde, vadelerimizi bekliyor. Efsanemize başlayalım.” Sonra Yücel de yazar anılarını.
Sadun Aren 80. yaş anmalığında, görkemli kutlamalarının ardından, anı yazmanın ayrımına vardığını söyler. “O kutlamayı gördükten sonra geçmişin mazi değil yaşamın ta kendisi olduğunu gördüm, anladım ve bilincine vardım.” “Puslu Camın Arkasından” böyle geçer yaşama.
Bir dostla yeniden buluşmak gibidir anı kitapları. Kitaplığımın raflarında sık sık söyleşirim onlarla.
Samim Kocagöz’ün Bu Da Geçti Yahu, Berin Taşan’ın Bir Tanığım Kalsın, Hıfzı Topuz’un Gülümseyen Anılar, İsmail Cem’in TRT’de 500 Gün, Mehmet H. Doğan’ın Şimdi Uzaklardasın kitaplarıyla buluşurum sık sık.
Dostum Orhan Baykal’ın “Donsuz Geceler Sayın Seyirciler”ini de eski TRT günlerimizden anılar seçkisini şenlikle okumuştum.
Neşe Bilginer’in Dikkat Yayındayız kitabı da İzmir’den, İstanbul’dan eski TRT’ci dostların anılarıyla geçmişe götürmüştü beni.
Yine eski TRT’ci Selim Esen’in bir TRT tarih denemesi olan Açık Çekmece, Olayların İçinden yapıtlarıyla geçmiş günlere yolculuğa çıkarız.
Hüseyin Yurttaş’ın “Onları Tanıdım”, Ahmet Özer’in “Onlarla Yaşadım” kitapları sanat, yazın, kültür insanlarıyla buluşmama olanak sağlar.
Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Şinasi Özdenoğlu’nun Anılar ve Portreler, Nadir Nadi’nin Perde Aralığından, Oktay Akbal’ın Şairler ve Ben, Orhan Karaveli’nin Tanıdığım Nâzım Hikmet, Ferda Güley’in Kendini Yaşamak kitapları da okuduğum, koruduğum anı kitaplarından.
Anılar, sanatsal, bilimsel, kültürel, siyasal yaşananlara ışık tutmaları açısından önem taşır. Kuşkusuz anı yazmak içtenlik, inandırıcılık, özgüven ister.
Toplumumuzda çok ilgi gören bir uğraş değildir anı yazmak, kitaplar yayınlamak. Bu alanda temel bilgilerden yoksun oluşumuz mu, toplumdaki yanlış anlaşılmalar mı bunu engeller acaba?
Onun için birçok kişi anılarını kitaplaştırmaktan kaçınıyor. İstekli olanlar da belki yayınevlerinin tecimsel kaygılarından dolayı anılarını kitaplaştırmaya çekiniyor olabilirler mi?
André Gide’in bilinen sözü de olsa yinelemek isterim: “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” der Gide. Anıları yazıya dökmek bireysel tarihten toplumsal tarihe de kazanımlar sağlar diye düşünürüm. Yaşanılan tarihsel süreç, sanatsal, kültürel, siyasal değişimlerinin önemli evrelerine tanıklık etmişse anılar belgesel özellik de taşımaz mı?
Yeter ki buna niyetlensin kişioğlu. “İnsan yazmaya oturunca, şaşılacak bir şey, anılardaki konuşmalar bile birdenbire, neredeyse tıpatıp anımsanıyor” der Salim Şengil “Anılarda Kalan Porteler” kitabında.
Hıfzı Veldet İlk Meclis’le, Demirtaş Ceyhun Çünkü Ben Edebiyatçıyım’la, Ümit Yaşar Oğuzcan Anılar Düşünceler’le, Arife Kalender Günler-Yazılar’la, Bülent Akkurt Yerinde Yeller Esen Bab-ı Âli’yle, Senih Özay Anılarım…Ağzımı Hayır’a Açtığım Davalarım’la anılar rafımı varsıllaştırır.
Zamanında tutulan günlükler, yaşanmışlıkların sıcaklığıyla kaydedilen notlar, biriktirilen gazete-dergi kesikleri yazmaya yeterli olmaz mı? Gerisi belleğin ve kalemin ustalığına…
Hadi o zaman şiiri Baki Süha Ediboğlu’nun, bestesi Selahattin Pınar’ın “Beni de alın ne olur koynunuza hâtıralar” şarkısını mırıldanalım mı?