İnsan - estetik / güzellik ilişkisi, fantazya ve mizah, İrem Üreten'in Saat Yönünün Tersine adlı ilk öykü kitabında kendini hissettiren başlıca unsurlar. Üreten söyleşimizde yazarın "Okur ne der, ona ne iyi gelir" duygusundan sıyrılması gerektiğini özellikle vurguladı ve şöyle dedi: "İlk başlarda, birçokları gibi, kendime ket vurduğum zamanlar oldu. Ancak, ilerledikçe yazmanın özgürleşmek anlamına geldiğini giderek daha fazla idrak ettim."

1984 yılında Ankara'da dünyaya gelen İrem Üreten, Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi, aynı bölümde MBA programını tamamladı. Öykülerinde iz ve etkilerine tanık olduğumuz Batı sanat tarihi konusunda Londra’da bir sertifika programını bitirdi.

İrem Üreten, geçtiğimiz haziran ayında Bilgi Yayınevi markasıyla yayınlanan 'Saat Yönünün Tersine' adlı ilk öykü kitabını, okuma ve yazma yolculuğunda çok önemli bir yeri olan dedesi Sadık Baklacıoğlu’na ithaf etti.

Yazma ile ilişkisinin ortaokul yıllarına dayandığını ifade eden Üreten, yazı uğraşını daha sistematik bir biçimde ele alma kararını on yıl kadar önce Cer Modern’de katıldığı atölye sonrasında verdiğini söyledi.

Öykü ve değerlendirme yazıları, Notos, Oggito, Edebiyatist, Litera ve Edebiyat Haber gibi dergi ve internet sitelerinde yayımlanan İrem Üreten ile hayat, öyküler ve sanatın hayatımızdaki yerine dair meseleleri konuştum.

BİR TOPLUMSAL BELLEK MESELESİ

Marquez'den bir alıntıyla başlıyor kitabınız: "İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır." Siz de bir anlatıcısınız, kendi hayatınız ne ölçüde yansıdı öykülere?

Öykülerimin temaları, atmosferleri birbirinden farklı. Kitabın ikinci öyküsü, 19. yy Paris’inde bir müzikholde geçiyor örneğin. Bu kitabımda kendi yaşadıklarım pek az yansıdı öykülere. Bana göre yazarın kalemine esas yansıyan, dünyayı görme ve algılama biçimi. Burada da devreye sadece yazarın kendi yaşantısı değil, okuduğu, dinlediği, gözlemlediği, tanık olduğu başka yaşantılar giriyor. Hafıza ve daha evrensel anlamda toplumsal bellek meselesi, birkaç öykümün çekirdeğini oluşturuyor. Dünyayı nasıl görüyor, nasıl algılıyor, belleğimizde ve toplumun belleğinde yer edinmesine nasıl aracı oluyoruz? Marquez’in çok sevdiğim sözü de bunu ifade ediyor bana göre.

"Anlatmak için nasıl hatırladığı"na özellikle vurgu yapıyor Marquez. Geçmiş size neler düşündürüyor?

Geçmişte yaşamakla, geçmişle bağ kurmak arasında büyük fark var. Geçmiş bizi inşa eden, bir kenara koyamayacağımız bir zaman. Artık sabit olan, yol aldıkça ömrümüzün büyüyen bir parçası. Bizi bugüne getiren yalnızca kendi geçmişimiz de değil üstelik. Ailemizin, kendimizden önceki kuşakların, yaşadığımız, etkilendiğimiz, merak duyduğumuz coğrafyaların ve çok daha evrensel boyutta düşünmek gerekirse farklı toplumların, bütün bir insanlığın geçmişi. Yaşantılar, bizzat deneyimlediklerimiz kadar, yazılan çizilen, anlatılanlarla da belleğimizde yer alıyor. Toplumsal bellek bunların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Marquez gibi birçok büyük yazar toplumsal hafızayı mesele edinmiştir. Sanıyorum ki, yazarın “anlatmak için nasıl hatırladığı”na güzel bir örnektir 'Yüzyıllık Yalnızlık.'

GERÇEĞİN YAZGISALLIĞI VE YALNIZLIK

Adını anmışken geçmişin olanca hüznüyle Yüzyıllık Yalnızlık'a nasıl yansıdığından da söz edelim mi?

Tabii ki! Yüzyıllık Yalnızlık, Bir ailenin tarihiyle birlikte Kolombiya topraklarının tarihini ele alır. Yüzyıl boyunca tekrarlananı, nesiller değişse de değişmeyeni. Öyle ki, karakterlerin isimleri bile kuşaklar boyunca tekrar eder. Gelip geçen çocuklarının, torunlarının ömrüne, ömürlerin bitişine tanık olan, bununla adeta sınanan Ursula Iguarán’ın kendi anneannesi olduğunu ifade etmiştir.

1. Manset2 Internet Icin

KİMİ BEĞENDİ, KİMİ YADIRGADI

Sanatsal objeler, Olay Yeri adlı öykünüzde adeta kişilik kazanmış ve birer kahramana dönüşmüşler. Sanat objelerini kişileştirme fikrinin esin kaynağı nelerdi?

Bu öyküyü Edward Burne-Jones’un bir tablosundan hareketle yazdım. Sanat objelerinin kanlı canlı birer kahramana dönüşmesini kimi okur özgün buldu, kimileri de gerçekçi olmadığı gerekçesiyle yadırgadı. Oysa benim titizlikle çalıştığım, hikâye dünyasındaki gerçekliği kurmak, tutarlılığı sağlamaktı. Öyküde hikâyenin gerektirdiği anlatı tam olarak buydu bana göre, sanat eserlerinin canlanması. Öyküyü sonuna kadar takip eden okur ne demek istediğimi anlayacaktır. Bir yandan da bu durum, eserlerin haz verdiği kadar nefes aldığına, sanatçının eliyle can bulduğuna dair düşüncemle örtüştü. Bu öykünün yazılışı esnasında yaşadığım süreçse tarifsiz bir haz verdi, hikâye katmanlandı ve polisiye yoluna girdikçe bana yepyeni kapılar açtı.

HİKAYE EVRENİNİN GERÇEKLİĞİ

Bazı öykülerinizin verdiği haz bana Marguerite Yourcenar'ın Doğu Öyküleri'ni ve o öykülerden birindeki çizdiği tablosuyla kaçan ressamı hatırlattı! Sizin yazı uğraşınızda 'fantazya'nın bir ağırlığı var mı?

Yourcenar’ın bahsettiğiniz öyküsü, Doğu Öyküleri arasında benim de en sevdiklerimden biridir. Bu tür çağrışımlar, artık yazardan çıkmış ve okura ait hale gelmiş olan metni zenginleştiriyor bence. Fantastik edebiyata ne okur ne yazar olarak özel bir ilgim olduğunu söyleyemem.

Genel okur refleksi belki di. Kimileri ister istemez kategorize eder okuduğunu, yazarını!..

Belki de ama her halükârda kendimizi herhangi bir türle sınırlamayı da doğru bulmuyorum. Dolayısıyla kalemime yansıyanlarda, kimi öyküler doğrudan fantastik olarak adlandırılabilir. Kimilerininse imgesel düzlemde fantastik öğeler içerdiği söylenebilir, Sagittarius buna bir örnek. Kurmaca yazarının hiçbir sınırı göz önüne almadan yazmasını sağlayan büyülü bir yan var, herhangi bir teoriyi veya sınıflandırmayı düşünmeden olan bir işleyiş. Esas olansa fantastik veya hangi tür olursa olsun, hikâye evrenindeki gerçekliği kurup okuru buna inandırabilmek.

Ama fantazyalar, gerçek hayatta da güncelin boğuculuğundan ve baskılarından sıyrılmak için pratik bir kaçış noktası. Hayatın ağırlığı üzerinize çöktüğünde siz nelere sığınırsınız?

Doğru, cazibesine kapılıp gittiğiniz, sizi gerçek hayatın boğuculuğundan koparan her şey nefes aldırıyor. Benim sığındığım alan, ağırlıklı olarak sanat. Bir sergi gezmek, güzel bir konser dinlemek, mimarisini sevdiğim bir şehri keşfetmek haz veriyor. Bir başka kaçış noktası da doğaya sığınmak. Sanıyorum ki, hepsinde öne çıkan şey estetik ve bakarken, izlerken, dinlerken duyduğum tatmin. Edebiyat ve kurmaca dünyası da bu noktada devreye giriyor. Sanatın herhangi bir dalı sizi hayatın gerçeklerinden kaçırmak zorunda değildir elbette, aksine sizi acı gerçeğin tam ortasına da atabilir.

OTOSANSÜR BÜYÜK TUZAK

Sadece fantazya değil mizah da kendini hissettiriyor öykülerinizde. Mizah, bir zamanlar demokratik bir duruştu, şimdi ise bir suç ve yargılanma vesilesi. Yazarken yeterince özgür müsünüz?

Bence de önemli bir kendini ifade ve toplumsal eleştiri biçimi mizah. Siyasi otorite için bir tehdit unsuru olması, mizaha karşı ciddi bir mesafe koyulmasının nedeni olsa gerek. Barışçıl bir ifade yöntemi olan mizahın baskı ve korkutma yoluyla ortadan kaldırılmasının sonucu, yay gibi gerilmiş, en ufak eleştiriye tahammülü olmayan bir toplum ve kaçınılmaz olarak birbirine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan bireyler.

Otosansür, yazar için büyük tehlike bence.

Hiç kendinize sansür uyguladınız mı?

Yazı yolculuğumun başlarında, birçok başkaları gibi, benim de kendime ket vurduğum, yazdıklarımın toplumsal normlara uyup uymayacağını düşündüğüm, kendimi kısıtladığım zamanlar oldu. Ancak, bu yolda ilerledikçe yazmanın özgürleşmek anlamına geldiğini giderek daha fazla idrak ettim. Birlikte yol aldığım arkadaşlarımın metinlerinde de gördüm bu değişimi ve bu özgürleşme hali beni mutlu etti. Yazı deneyimimde otosansür mekanizması da kendiliğinden kayboldu dolayısıyla. Şayet, Le Guin’in dediği gibi değişime-dönüşüme ön ayak olacaksa sanat-edebiyat, önemli bir başkaldırı aracı olarak her türlü baskıdan ari olmalı.

"GÖZLEMLERİMİN BANA VERDİĞİ YETKİ!

Sıkışma öykünüzde, kariyeri, işi, evi, eşi ve çocuğu arasında sıkışıp kalmış bir kadın kahraman var. Bir kadın yazar olarak, Türkiye'de kadın olmak nasıl bir şey?

Bu öyküdeki meselem tam da söylediğiniz gibi, orta-üst sınıftan bir kadının sıkışmasıydı. Ekonomik özgürlüğe sahip, kendi imkanlarıyla hayatını sürdürmesi pekâlâ mümkün görünen bir kadının sıkıntısı. Annelik henüz deneyimlemediğim bir alan ama gözlemlerimin bana verdiği yetkiye dayanarak yazdım “Sıkışma”yı.

Onunla empatik bir ilişkiniz var mı?

Ben Türkiye’de nispeten şanslı bir kesimin temsilcisiyim. Üçüncü kuşak üniversite mezunu, örgün eğitime erişim sağlayabilmiş, çalışan, ekonomik özgürlüğü olan, özgür iradesiyle seçimlerini yapabilen, memnuniyetsizliklerini dile getirebilen bir kadınım. Bu dahi iş hayatında, sokakta veya aynı çatı altında yaşadığım komşumla uzlaşamadığımız bir durumda erkek tahakkümüne maruz kalmamı engellemiyor.

İŞ HAYATININ CAM DUVARLARI

Ya iş hayatında gözlemleriniz ne şekilde?

İş hayatında cam tavan olarak betimlenen, bireysel hayatlarımızda cam duvarlar olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de kadının meselesi bundan çok daha vahim boyutlarda elbette, çok daha temel sorunlarla boğuşuyor veya boyun eğdiriliyor. Yaşama hakkının, özgür iradesiyle eş seçimi yapma hakkının, eğitim hakkının elinden alındığı, ekonomik özgürlüğünü elde etmesine ket vurulan o.

2. Diyaloglar Borges Internet Icin

Borges hazinesinden!..

Arjantin'in dünya edebiyatına armağan ettiği dev ismi Jorge Luis Borges, bir başka Arjantinli şair, ve denemeci Osvaldo Ferrari ile gerçekleştirdiği nehir söyleşide edebiyata, felsefeye, mikoloji ve tarihe dair hayranlarının mest olduğu zengin kültüründen inciyler döktürüyor. Örneğin "Dünya vatandaşlığını "bu dünyanın tüm şehirlerini kendi vatanın hissetmek" ifadesiyle açıklayan Borges, Ferrari'nin nehir söyleşisinde bu konuya noktayı şöyle koyuyor: "Bence vazifemiz kozmopolit olmak; vazifemiz o eski Yunan düşünü "kozmopolit" yani dünya vatandaşı olmayı, mümkün olduğu kadar gerçekleştirmek."

İlk cildiyle tanıştığımız Diyaloglar, Borges okyanusunun sonsuz ufkuna ve derinliğine, onun belleğine ve duyarlığına bir saygı duruşu olarak da kabul edilebilir.

Diyaloglar 1 / Jorge Luis Borges & Osvaldo Ferrari / Everest Yayınları

3. İcimizdeki Karanlık Internet Icin

Sapıklık ve sapkınlık deyince...

Fransız tarihçi ve psikanalist Élisabeth Roudinesco, çoğu kez gözlerimizi yumduğumuz, kulaklarımızı tıkadığımız bir insanlık haline dikkatimizi çekiyor, insanın 'sapkınlık' olarak nitelendirilen hallerine.

Sapıklıktan ve sapkınlıktan söz etmişken bir başka Fransız Michel Foucault'un saptamasını hatırlatmakta da fayda var:

Toplum, sapkınlığı tanımlayarak normalliği üretir. Sapkın olan, iktidarın ve bilgiyi elinde bulunduranların normlarına uymayandır.”

Öte yandan Durkhiem'in “Sapkınlık normaldir. Her toplumda belli düzeyde sapkınlık olması, toplumun kurallarını güçlendirir” diyerek konuya kazandırdığı bir diğer bakış açısı, sapkınlığın psikolojiden sosyolojiye, felsefedin tarih, din ve edebiyata, her çağda, her durumda tartışılmış, üzerine kafa patlatılmış bir insanlık hali olduğunu ortaya koyuyor.

Élisabeth Roudinesco ise sapkınlık ve sapıklığın izini psikanaliz, tarih, felsefe, edebiyat ve siyasetin kesişiminde sürerek kültürel tarih bağlamında irdeliyor. Roudinesco, sapkınlığın yalnızca cinsellikle sınırlı olmadığını, aynı zamanda insanlığın karanlık yüzünü, kötülükle ilişkisini ve toplumsal düzenle mücadelesinin aracısı kıldığını vurguluyor.

İçimizdeki Karanlık Yan: Sapkınlığın Tarihi / Élisabeth Roudinesco / Sel Kitap

Kafdağı’nın ardına...

Unutulmaz çocuk klasiği Fadiş ile sayısız küçük okurun yüreğine dokunan Gülten Dayıoğlu, bu kez uzak diyarlara yaptığı yolculukların izdüşümlerini paylaşıyor bizimle. Dayıoğlu, Kafdağı’nın ardında, Singapur, Tayland, Filipinler, Japonya ve Kore’yi gezerken edindiği izlenimleri, aldığı notları ve gezip gördüğü yerlerin belleğindeki yansılarını paylaşıyor bizimle. Kafdağı’nın Ardına Yolculuk, üç kuşağın yazarı Gülten Dayıoğlu’nun ilk gezi kitabı.

Kafdağı’nın Ardına Yolculuk / Gülten Dayıoğlu / Yapı Kredi Yayınları