Karanfiller gibi, her gün demet demet insanımızı toprağa verirken… Ülkenin bir yeri, kan batağına dönüp, ıssızlaşırken… Terör, şiddet, bu ülkeye ne yaptığının farkında olan ya da olmayan ihanet, kıyasıya cinayetler işlerken… Bir toplum, taciz, suiistimal, yalan, talan, yüzsüzlük fırtınasında savrulup dururken… Aklımızla alay edilip, algımız çamurla sıvanmaya çalışılırken… Cehalet kılıç kuşanmış, zevksizlik dörtnala kalkmış, düzeysizlik her gün yeni bir rekor kırarken… Şimdi kalkıp “tipimizi” belirlemeye, adlandırmaya, dayatmaya kalkıp, koşulsuz biat etmemizi istiyorlar. Bu istekler uğruna, her şeyi mubah gören bir anlayışla karşı karşıyayız.
Başkanlık tartışmaları, anayasa didişmeleri bu yüzdendir. Kavramları yeniden tanımlama ve tasnif çabasının, ulusal ve uluslararası ilişkileri sıfır noktasına getiren cüretkarlığın amacı budur. “Nereden olduğunu sorarlarsa, Müslümanım de, geç git” cümlesindeki ümmetçi yaklaşımla, “Milli, yerli, Türk” şampiyonluğu arasında gidip gelmelerin, kavramların fütursuzca, zemine ve zamana göre kullanılmasının nedeni budur. Hepsinin altında ya da üstünde belirleyici olan ise, artık “gizli ajandamız yok” savunmasına gerek duymadan, aleni biçimde dillendirilen ve şeriata dayanan “Osmanlıcılık”tır.
Bunu anladığımız ve mümkünse “ne olduğunu” bildiğimiz kadar, gelişmeleri izleyebilir, kabul ya da reddedebiliriz. Kabul etmek için hamaset, reddetmek için slogan ve gardıropçuluk yetmez. Onun içindir ki, birincisini tercih edenler giderek saldırganlaşmakta ve her türlü uygarca tartışmayı, eleştiriyi daha baştan çarpıtmaya, boğmaya ve cezalandırmaya kalkmaktadır. Onun içindir ki, ikincisini tercih edenler, bu yoğun demagojiyle baş edememekte, bir türlü çemberi kıramamakta, gündelik politika ve konjonktür kaygısını aşamamakta, bu yolda verilmesi gereken demokratik mücadeleyi örgütleyememektedir.
Kaç kere yazdığımızı unuttuk, yineleyelim: aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez. Karşı olduklarınızla, onların argümanlarından medet umarak, yarattıkları gündemin peşinde savrularak mücadele edemezsiniz. Mücadele etmenin yolu, kendi dünya görüşünüzün dilini, ölçütlerini ve yöntemlerini ödünsüz biçimde kullanmaktan, uygulamaktan ve göstermekten geçer. Kamuoyundaki bulanıklık, algı karmaşası ve –en hazini budur- seçeneksizlik çaresizliğini başka türlü gidermek, “Milletin isteği olacak” okşamalarıyla ve kamu mühendisliğiyle baş etmek mümkün değildir. Sorun ve soru nettir. Sokağın diliyle özetleyelim: “Tipimiz kaydırılmaya çalışılıyor, ne yapacağız?”
Sevgili ağabeyim Uğur Mumcu’nun “bilgisiz fikir sahibi olunmaz” sözünü, yinelemekle değil, anlamak ve gereğini yapmakla işe başlanması gerekmektedir. Bunun için de, “tipimizi” başkanlık dayatması ve anayasayı buna göre yazarak belirlemek isteyenler, gerekli kolaylığı yeterince sağlamaktadır. İşe, bu ülkeye giydirilmeye çalışılan Osmanlı kisvesinden başlamak, başkanlık ve anayasa derken, aslında ne demek istediklerini, kamuya anlatmak gerekmektedir. Bu da kuşkusuz, yukarıda anlatmaya çalıştığımız “duruş”la, azmanların laf ebeliğinden çok, uzmanların gerçeği anlatmaları için, zaman ve zemin yaratmakla mümkündür.
Giriş uzun oldu, kuşkusuz pek de yeni bir şey söylemedik. Neyleyelim ki, bunları ısrarla, bıkmadan söylemek durumundayız. Oysa size, Ayşenur Ergün’ün “Üç Kıtanın Hakimi Kanuni Sultan Süleyman” adlı yapıtının, “Kanunname” bölümünden alıntılar sunmak istiyordum. Başkanlık, anayasa ve ötesine dair yaratılan toz dumana, tam da işin kalbinden bakmaktadır. Gelecek hafta, sözü tarihe bırakacağım.